Açlık grevlerinin ardından tahliye edilen genç bir devrimcinin yaşamının son günlerini sinemasal bir ağıt niteliğinde perdeye getiren Sonbahar (2008) ile ilk uzun metrajında bir başyapıt ortaya koymuş olan Özcan Alper’in yeni filmi Rüzgarın Hatıraları, 2’nci Dünya Savaşı yıllarında komünistlerle ilişkili bir Ermeni şair/ressamın Türkiye’den SSCB’ye kaçma girişimi ve bu esnada 1915’e ilişkin çocukluk anılarının canlanması etrafında dönüyor. Dün (Cuma) 14 şehirde toplam 33 salonda vizyona giren filmin Aram ismindeki başkarakteri, TKP’nin 1940’lar kuşağı kadrolarından Aram Pehlivanyan’dan kısmen ve serbest biçimde esinlenerek kurgulanmış bir karakter.
Alper’in Sonbahar’ın ardından Kürt sorununa odaklanarak çektiği Gelecek Uzun Sürer (2011); beklentilerin çok altında kalmış ve hayalkırıklığı yaratmıştı. Rüzgarın Hatıraları’nda ise Alper, çağdaş Türkiye Sineması içindeki yerini sağlamlaştırmış oldu. Son derece durağan temposu dolayısıyla anaakım sinema seyir deneyiminden tamamen uzak bir seyir deneyimi sunan Rüzgarın Hatıraları Theo Angelopoulos filmlerinin Türkiye sinemasındaki karşılığı olarak duruyor. Bu arada Rüzgarın Hatıraları’nın görüntü yönetmeni Andreas Sinanos, Ulis’in Bakışı (1995) ve Sonsuzluk ve Bir Gün (1998) dahil Angelopoulos’un tam yedi sinema filminin görüntü yönetmenliğini yapmış deneyimli bir sinemacı. Öte yandan Sinanos’un daha önce Türkiye’de Tayfun Pirselimoğlu’nun Ben O Değilim’inde (2014) de görüntü yönetmenliği yapmış olduğu anımsanırsa, Sinanos’dan Angelopoulos’un aldığı performansı Rüzgarın Hatıraları’nda Alper’in almış olmasının Alper’in hanesine yazılması gerektiği ve Rüzgarın Hatıraları’nın Angelopoulos sinemasının Türkiye’deki karşılığı olduğu tespitinin Sinanos’un ekipte yeralışına indirgenemeyeceği ortaya çıkıyor.
Almanya’daki Türk toplumu içinden çıkan sinemacılardan Fatih Akın’ın Kesik’i (The Cut, 2014); bir Türk yönetmenin Ermeni soykırımına dair ilk filmiydi. Rüzgarın Hatıraları ise doğrudan Türkiye sinemasında bu tarihsel vakayı perdeye yansıtan ilk film oldu. Ancak Rüzgarın Hatıraları esasen bir ‘soykırım filmi’ değil. Alper’in senaryosunu edebiyatçı Ahmet Büke ile ortaklaşa yazdığı bu filmde yakın tarih içerisinde zulüm ve baskı pratiklerinin farklı veçhelerde kuşaklar boyu sahneye çıkışı sergileniyor: 1’nci Dünya Savaşı döneminde Aram’ın ailesi etnik kimlikleri dolayısıyla zulme maruz kalmış iken, 30 küsur yıl sonra 2’nci Dünya Savaşı döneminde Aram’ın kendisi bu kez ayrıca muhalif siyasal kimliği üzerinden de faşizmin hedefi haline geliyor.
Bu vesileyle Rüzgarın Hatıraları’ndaki Aram ile gerçek tarihsel Aram Pehlivanyan arasındaki paralelliklere ve farklılıklara da ana hatlarıyla değinelim. Alper ve Büke’nin kurguladıkları Aram, tarihdeki isimdaşı gibi şair ve yine onun gibi Istanbul’da Ermenice bir gazete çıkarıyor. Rüzgarın Hatıraları’nda Aram’ın illegal komünist örgütlülükle bağlantısı Rasih isminde bir karakter üzerinden sağlanıyor ki bu ismin de Rasih Nuri İleri’yi çağrıştırdığını söylemeye gerek yok (İleri ve Pehlivanyan aynı dönemde TKP’de örgütlü olmalarına karşın bilebildiğim kadarıyla birbirleriyle yakın ilişki içinde faaliyet göstermiş olduklarına dair bir veri yoktur). Pehlivanyan’ın Türkiye’den ayrılışı 2’nci Dünya Savaşı’nın bitiminden çok sonra (1946 tevkifatı sonucunda aldığı 3 yıllık hapis cezasının bitiminde tahliye edildikten sonra) ve de Suriye üzerinden gerçekleşmişken, Rüzgarın Hatıraları’ndaki Aram savaş yıllarında kendisinin de listeye alındığı ırkçı Varlık Vergisi’nin (senaryonun tek defosu, Varlık Vergisi’nin Aram’a yönelik baskıların unsuru olarak yeralması) akabinde, Nazi Almanyası ile Sovyetler Birliği arasındaki muharebelerin en yoğun olduğu günlerde SSCB’ye geçmeye çalışırken doğu Karadeniz’deki bir sınır köyünde Türk askerlerinin yörede terör estirdiği koşullarda mahsur kalıyor.
Aram’ın 1915’e dair çocukluk anılarının tetiklenmesi, insanlarla iletişiminin kendisine ev sahipliği yapan bir karıkocayla sınırlı olduğu ve giderek uzayan ve de ne zaman, nasıl biteceği belirsizleşen bu mahsur kalma koşullarında gerçekleşiyor. Öte yandan Aram’ın çocukluğu ve yetişkinliğinde yaşadıkları üzerinden 1915 ve 1943 arasında kurulan bağın ayrıca Aram’ı canlandıran Onur Soylak’ın Sonbahar’ın başkarakteri devrimci genç Yusuf’u da canlandırmış oluşu üzerinden filmler-aşırı düzlemde çok dolaylı olarak Aram ve Yusuf arasında da, Aram’ın yaşadıkları ile Yusuf’un yaşadıkları arasında da bir bağın çağrıştırılmasına katkı yaptığı düşünülebilir. Gerçekten de Aram ve Yusuf’un öyküleri, bu topraklarda muhaliflere, Rüzgarın Hatıraları’ndaki Rasih’in ifadesiyle “kara koyunlara”, reva görülenlerin öyküleri olması açısından genel anlamda paralel öyküler.
Aram ile Gürcü Meryem arasında bir ilişkinin gelişmesi de keza Sonbahar’da Yusuf’un yaşamının son günlerinde tanıştığı Gürcü Elka ile yaşadığı aşkın izdüşümü (bu arada Aram ve Meryem arasındaki sevişme sahnesinin, yakın dönem Türkiye sinemasında perdelerde gördüğümüz en güzel ve en gerçekçi sevişme sahnesi oluşu, ülkenin kültürel iklimindeki muhafazakar hegemonyanın yolaçtığı otosansürün sinemamızı aseksüelleştirişinin takdir edilesi bir istisnasını oluşturuyor). Rüzgarın Hatıraları’nda bu kez detay düzeyinde de olsa Sonbahar’ı anımsatan bir diğer unsur ise her iki filmde de başkarakterin yanındaki yan karakterin Mikhail isminde oluşu. Tüm bunlar, Rüzgarın Hatıraları’nın kendinden menkul değerinin yanısıra Sonbahar’a (yönetmen-senarist/ler açısından bilinçli veya gayri-ihtiyarı olmalarının hiç önemi yok) göndermelerle bezeli olduğunu ve bu göndermelerin Rüzgarın Hatıraları’nın kendi içindeki ana ekseni Sonbahar’la izdüşümler yaratarak daha da takviye ettiğini gösteriyor, çünkü böylece 1943’ün Aram’ı, yalnızca 1915 mağdurlarının ardılı değil, onyıllar sonrasının devrimci gençlerinin de öncülü olarak belirginleşiyor.
Son olarak ve kaçınılmaz olarak Sonbahar’dan Rüzgarın Hatıraları’na uzanan bu anlatının, karamsar bir ‘tarih tekerrürden ibarettir’ yüzeyselliğine kapı açıp açmadığını da tartışmak gerek. Sonbahar, yazının en başında da ifade ettiğim üzere, 1980ler ve sonrasında hayatı karartılan devrimcilere dair sahici bir ağıttı ve o kadar içten, o kadar incelikli, izleyicinin içine o kadar işleyen bir ağıttı ki o filmi “ama...” ile başlayan herhangi bir tartışmaya konu etmek olanaksız ve yersiz idi. Ancak zulmün tekerrürünün temsilini içeren Rüzgarın Hatıraları’nda bu soruyu sorabiliriz. Bardağın yarısı dolu diye bakacak olursak, finale doğru Mikhail’in aldığı onurlu ve göz yaşartıcı tavrın ışığında Rüzgarın Hatıraları’nda yalnızca zulmü değil, direnişi de görmek olanaklı denilebilir bu soruya temkinli bir yanıt olarak.