Siyasetin odağında yer almasına rağmen, tanımı ve işlevi konusunda üzerinde bu denli az uzlaşılan bir kavram var mıdır, bilmiyorum. Evet, “devlet”ten söz ediyorum.
Kamusal alan merkezli tanımlardan, sınıf merkezli tanımlara, ¨baskı aygıtı¨ işlevinin öne çıkarıldığı yaklaşımlardan, ¨denetleme¨ işlevini vurgulayan yorumlara kadar çeşitli şekillerde tarif edilmeye çalışılan bir olgu olarak devlet, marksistler açısından da bir tartışma konusu olageldi. Devletin sınıflı toplum yapısının bir ürünü olduğu konusunda genel bir mutabakat bulunsa da, özellikle sermaye sınıfı ile devlet arasındaki ilişkinin niteliği üzerine verimli tartışmalar yapıldı.
Bir yandan, ¨kapitalist devlet”, ¨kapitalizmin (kurumsal dışavurumu olarak) devleti”, “özerk devlet”, “göreli özerk devlet” gibi tanımlamalar türetilirken, bir yandan da kapitalizm sonrası toplumda devletin varlığı, işlevi gibi konulara dair tezler geliştirildi.
Bu köşe yazısının yukarıda ele alınan tartışmalara kapsamlı bir yanıt üretmek gibi bir iddiası olamaz. Yine de, kimi soruları ortaya bırakmak ve güncel siyasi mücadelede “devlet sorunsalını” bu sorular çerçevesinde yeniden düşünmeye başlamak faydalı olacaktır.
Derli toplu bir tanım olmasa da, devleti, egemen sınıfın (kapitalizm koşullarında sermaye sınıfının) başlıca yönetme aygıtı olarak nitelendirmekte bir sakınca bulunmuyor. Sermaye sınıfının, sürekli değişen koşullara uyum sağlayarak toplumsal ilişkileri, üretim ilişkilerini yönetebilmesi için devlet aygıtı paha biçilemez bir önem taşıyor. Bu işlev, modern sınıflı toplumların doğasında bulunan “ülke ölçeği”ni gözetme göreviyle birlikte pekişiyor. Sömürü ilişkilerinde sınır tanımama eğiliminde olan sermaye, harekete geçirici gücünü ulus-ülke ölçeğindeki egemenliğinden aldığını unutmak istemiyor.
Böylece sermaye sınıfı açısından devlet;
- Tarihsel çıkarlarının, kendi içindeki fraksiyonların güncel çekişmelerine kurban edilmemesi,
- Ülke ölçeğinin kaybedilmemesi,
gibi iki asli konuda bir tür sigorta işlevi görüyor.
Siyasette bir kural vardır. Her araç/aygıt kendine ait bir ideoloji üretir. Devlet gibi hem çok değerli, hem de fazla işlevli bir aygıtın da ideoloji üretmemesi beklenemez. Hatta, yasama-yürütme-yargı veya eğitim, sağlık, denetim, güvenlik gibi işlevler ve onlara ait kurumların da alt ideolojiler üretmesi beklenir. Üretirler de…
İşte, siyaseti siyahlar-beyazlar oyunundan çıkaran, renklendiren, zenginleştiren ve karmaşıklaştıran olgulardan biri de budur.
Sermaye sınıfının güncel ideolojisiyle, devletin bağımsız değilse de “özerk” şekilde gelişen ideolojisi arasında çatışmalar meydana gelebilir. Sermaye sınıfının iktidardaki partisinin temsil ettiği güncel çıkarlar, bu sınıfın tarihsel çıkarlarını veya yönetme beceresini örseliyor olabilir. Ya da tersinden tarihsel çıkar olarak benimsenen ilkeler, yeniyi kavramaktan uzak hale gelebilir.
Veya…
Sermaye sınıfının çıkarlarına hizmet için kurgulanan bir yargı mekanizmasının içinden toplumsal adaleti önemseyen yargıç veya savcılar, sömürü ilişkilerinin devamını sağlayacak nesillerin yetiştirilmesini merkeze alan bir “eğitim” mekanizmasının içinden aydınlanmacı eğitimciler çıkabilir. Denetim işlevini halk adına denetlemek olarak anlayıp fiile geçiren, ülke ölçeği meselesini samimi bir yurtseverlik olarak içselleştiren birileri pekâlâ çıkabilir.
***
Saray Rejimi'ndeki devlet ya da bu topraklarda yaratılan devlet geleneği içerisinde Saray Rejimi'nin yeri konusunu bir başka yazıya bırakalım. Yine de, geldiğimiz aşamada, yukarıda yalnızca bir kısmını saydığımız çatışma ve karmaşıklaşma başlıklarının örneklerini yaşadığımız bir dönemden geçtiğimiz aşikar.
Türkiye'nin ürettiği devlet normuyla bugünkü Saray Rejimi'nin süreklilik-kopuş ilişkisi, mevcut halin ne kadar sürdürülebilir olduğu, şu anda tüm politik öznelerin asli gündemlerinden biri.
Ekonomik krizin yanı sıra, derindeki ideolojik kriz de günden güne büyüyor.
Yalnız mevcut iktidar partisi/ittifakı sorgulanmıyor, sermayenin emekçilerle iktidar arasına yıllar boyunca ördüğü devlet duvarında da çatlaklar oluşuyor.
Ancak krizler, mağdurlar için olduğu kadar, egemenler için de fırsatlar barındırır. Bu krizde de böyle oluyor. Oluşan çatlakları sıvamaya, hatta yeni tip bir malzemeyle daha sağlam bir duvar örmeye talip olanlar çıkıyor. Bunların, sermaye sınıfına ve özellikle ¨Batı'ya¨ kendilerini ne kadar kabul ettirebileceğini, bürokrasi içerisinde yeterli desteği bulup bulamayacaklarını kısa bir süre içerisinde göreceğiz. Şu ana kadar tüm bu alanlarda ortaya çıkan emareler, büyük partneri CHP gibi görünse de İYİP merkezli yeni iktidar alternatifinin önemli bir mesafe kat ettiğini gösteriyor.
Öte yandan, hem oluşan çatlakların derinliği, hem de sermaye sınıfının bir bütün olarak ¨yeni vaatler, hayaller, iddialar” üretmekte yaşadığı yapısal sorunlar kısa vadede kolayca halledilemeyecek bir yönetim krizine işaret ediyor.
Bu tabloda, bizim cepheye düşen çatlağı derinleştirmek, ¨tuğla çekme” iradesini sergilemek olmalı. Anahtar kavram ise ¨hesaplaşmak”.
Çekilen tuğla, iktidarı ele geçirmiş bir partiyi yerinden etmekle kalmayacak, etkileri daha derin bir sarsıntıya neden olacak. Mevcut çatlak ne kadar büyürse, siyaset alanı o kadar zenginleşecek, emekçilerin hareket alanı genişleyecek.
***
Bu yazıyı, ona, Türkiye'de iktidar-devlet ilişkilerinin tarihselliği bakımından ilham veren bir kitabın son sözüyle bitirelim. Değerli gazeteciler Ahmet Şık, Bahadır Özgür, Ertuğrul Mavioğlu, Hakkı Özdal ve Timur Soykan’ın kısa bir süre içerisinde yayımlanacak ¨Duvar” adlı kitabı şöyle bitiyor:
¨Hesaplaşacağız!”
Evet, yeniyi kurmak için, hesaplaşacağız!