Çok değerli bilim insanlarının kimi zaman çok kolay hüküm vermeleri, basit iddialara rağbet etmeleri insanı şaşırtıyor. Önde gelen beyin cerrahlarından, uluslararası düzeyde benimsenen gerçekten ilginç kimi tezleri büyük bir özgüvenle savunan Prof. Dr. Türker Kılıç’ın kimi cümleleri de bu türden. Şöyle yazıyor değerli Prof: “Var olan ekonomi sistemlerinde, siz ister Marx’ın ekonomi anlayışını alın, ister Adam Smith’inkini, ikisi de aynı paradigmanın farklı yüzleridir; birinde ‘yaşamın’ mülkiyeti devlette diğerinde ise şahıslardadır. Buna göre ikisi arasında çok büyük bir fark yoktur. Önemli olan yaşamın paketlenebilirliğinin, sahiplenebilirliğinin, satılabilirliğinin kabulüdür. Birinde, yaşamı devlet paketliyor, sahipleniyor ve satıyor. Diğerinde yaşamı özel sektör paketliyor, sahipleniyor ve satıyor. (…) Ekonomi yaşam ağı içerisinde insanların birbiriyle ‘karşılıklı bağımlılık’ sürecinin ‘yaşam için’liğini sağlayan ilkeler bütünlüğü olmalıdır.” (Bağlantısallık- Yaşamdaşlık. Ayrıntı Yayınları, sf.101)
Sayın Kılıç’ın Marksizmi de Smith’in liberal kapitalizmini de pek hafife alan bu yaklaşımı, (Marksizmde “yaşamı devletin paketlemesi, sahiplenmesi, satması ” diye bir şey yoktur) bu türden bir iddia acaba sayın profesörün kitabında yer alan makale ve söyleşilerde nasıl savunuluyor diye merakla, bu arada pek çok şey öğrenerek, ilgi alanımın dışında olduğu için de olabildiğince dikkatle okumaya anlamaya çalıştım.
Tezlerde Marksizm bir çırpıda devre dışı bırakıldığı, neoliberalizm ve çağın bir olgusu olarak tanıtılan “post-truth-Era - gerçeklik sonrası dönem” bir anlamda “kutsandığı” için, kuşkularımı derinleştirme gereği duydum. Gene uzun bir alıntıyla devam edeyim: “400 yıl önce Rönesans’ı ‘aydınlanmayı’ yaratan paradigmanın, günümüz için artık yeterli ‘aydınlanmayı’ sağlayamadığını, içinde yaşadığımız (Oxford Sözlüğü’nün 2016 yılında yılın sözcüğü olarak seçtiği tanımlama ile) ‘Post-truth-Era - Gerçeklik Sonrası Dönem’de görüyoruz. Doğru olarak sunulanın-kabul edilenin aslında gerçek olmadığı bu döneme, ‘kanıksanmış çelişkiler çağı’ demek de yanlış olmaz sanırım.” (Age. sf. 102)
Yeterli aydınlanma için günümüz dünyasının, yüzyılın koşullarını imkanlarını gözden geçirmek, yeni imkanları zorlamak gerekir; çelişkiler çağında yaşadığımız bir gerçektir, ama bu çelişkilerin kanıksandığını hiç sanmıyorum.
TAVUK - YUMURTA, MADDE - ENERJİ
Bu türden, insanların “aa bunda ne var” diyecekleri, çok bilinen madde enerji ilişkisi gibi gerçekleri farklı bir ifadeyle yinelenmesinin yarattığı şaşkınlık da yaratıcı aslında; ama belki de bu benim eksik bilgi birikimimden kaynaklanan, yalnızca bana ait bir şaşkınlıktır. Bilim insanları karşı karşıya kaldıkları maddi gerçekliği, maddenin enerjiye dönüşmesi gerçeğini keşfederek çok büyük bir adım atmamışlar mıydı? Bilimin bulgularını, değerli Kılıç’ın da benimsediği anlaşılan, “yanlışlanabiliyor mu?” sorgusuyla değersizleştiren yaklaşımı bir yana bırakırsanız, madde ile enerjinin birliği-aynılığı, birbirine dönüşebilmeleri bilimde bir büyük sıçramayı gösteriyordu. Einstein’ın kütle ve enerjinin eşdeğerliliğini anlatan ünlü formülü E=mc2 bu gerçeğin yalın bir ifadesi değil miydi? Bu nedenle de ikisi arasında bir öncelik sonralık ilişkisi kurmak, “enerji maddeyi yaratır” deyip orada bırakmak doğru olmaz; çünkü madde de enerjiyi içerir. Bu nedenle böyle bir ifadenin pek de yararlı olmayacağını düşünmekten kendimi alamadım. Nedeni de aslında çok insani ve toplumsal; örneğin üretim ilişkilerini değiştirmeye dönük mücadelemizi çok yakından ilgilendirir ve etkiler; enerjimizi de bu kötüye gidişi durdurmak, maddi, tarif edilebilir, ölçülebilir bir durum olan artık değere el konulmasına karşı çıkmak, sömürüye son vermek için savaşta kullanırız. Maddi süreçleri insanda ve toplumda değiştirme çabamızın gölgelenmesini istemeyiz. Bu bilgi madde ile enerjinin bir ve aynı şey olduğu bilgisi ile de çelişmez. Ama madde de enerji de her yerdedir. Enerjiyi maddeden soyutlamak ise bilindiği ve pek çoklarının yaptığı gibi metafiziğe hayali bir geçiş umudu yaratır. Kuşkusuz sayın profesörün böyle bir iddiası yok. Tam tersine metafiziğe açılan kapıları kapatmaya da özen gösteriyor.
PANDEMİ NEYİ KANITLADI?
Değerli Kılıç’ın çalışması eseri iki temel kavram olarak şekilleniyor: “Bağlantısallık” ve “Yaşamdaşlık.” Diyalektik yöntemi tartışmak yerine görmezden gelen bir anlayışla geliştirilmiş bağlantısallık konusunu şimdilik bir yana bırakalım; yaşamdaşlık üzerinde anlayabildiğimiz kadarıyla biraz duralım. İnsanoğlunun gelişme aşamalarını, ilerleme duraklarını aydınlanma, ulus devlet, neoliberal ekonomi olarak sıralayan Kılıç, “tümdengelim ve tümevarım yöntemlerinin üzerine eklemlenen olarak” tamamladığı “bağlantısal bütünselliği” yeni bilimsel yöntem, kültürünü de “yaşamdaşlık” (Age. sf.40) olarak tanımlıyor. Kasıt, insanın yaşamın bir parçası olarak yaşam için varolduğunu anlatmaktır. Özetle yaprağın yaprak olmaktan çıkıp ormanın bağlantısallığı içinde kendini bulması olarak da anlayabiliriz belki. Yaşamdaşlık “yaşam benim için var” anlayışının terk edilmesini, kişinin varoluşunun yaşam ağı için varolmaya evrilmesini öngörüyor.
Ne güzel, üstelik Nazım’ın “yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” dizelerini da anımsatıyor. Ama küçük bir fark dikkatimizi çekecektir. İnsanların yaşamdaş olabilmesi yaşamda ortaklaşabilmeleri için, biz buna sosyalizm adını verebiliriz, kültür alanındaki bir mücadele ya da yeni bir anlayış ile yetinmek yerine Kılıç’ın dönemleme duraklarının sonuncusu olarak saydığı neoliberal dönemi yani kapitalizmi aşmaları gerekiyor. İnsanların son Covid 19 pandemisi döneminde bir yaşamdaşlık deneyimi geçirdikleri söylenebilir, ama bu deneyimin sanıldığı gibi hükümetlerin insanı hiçe sayan yaklaşımlarını, firmaların aşı savaşlarını, sınıfsal dengeleri alt üst eden siyaset yöntemlerini, zirveyi zorlayan yolsuzluk ve yoksulluğu, emekçileri virüse karşı korumada en alt sıraya yazan siyaseti unutarak bir yaşamdaşlık kültürü geliştiremeyeceğimizi de anlamış olmalıyız. Pandemiye dönelim. Sayın Kılıç “Bir Beyin Bilimci Gözüyle Korona Manifestosu’nda (Age.sf.151-158) oldukça iyimser sonuçlara varıyor. Örneğin “insanoğlunun uzun süreden beri ilk kez tanımadığı insanların enfekte olmaması için maske taktığını” öne sürüyor. Ne yazık ki gözlemlerimiz bunun pek öyle olmadığını gösteriyor. Sokaklar, kalabalık siyasi toplantılar, 65 yaş zorbalığı bunu kanıtladı. Pandemi bizde kapitalist devletin siyasette baskıyı daha etkin kullanmasına yol açtı, özgürlüğü teorik pratik sınırlandırdı. Çalışan sınıfların durumunu kötüleştirdi, evden çalışma yöntemi sömürüyü artırdı, bu durumu meşru hale getirdi, insanlar sahip olukları özgürlükleri yitirmenin dehşetini yaşadılar vd...
Değerli profesör, “uygarlığımızın yarattığı hakim neoliberal düzenin tüketici vatandaşının, yaşamdaşa” (Age. sf.156) dönüşeceğini umuyor. Oysa toplumun tüketici vatandaşlar olarak tanımlanmadan önce üretici vatandaşlar, işçiler, çalışanların durumu üzerinden tanımlanması daha doğru olmaz mıydı? “Herkes tüketmiyor mu, tüketici değil mi” türünden bir soru yanıltıcıdır; gerçekten de bilimin gelişmesinde hep önemsenen yaklaşımla doğru soru olmayacaktır. Bilimin gelişmesi de kültürel alanda kıyasıya mücadele de son tahlilde insanın, çevrenin, sonuç olarak hayatın yeniden örgütlenmesine hizmet edecektir. Ama bu uzun bir yoldur ve bu yolda bilimin yönünün metafiziğe yönelmesi, kültürel faaliyetin egemenlere boyun eğmeyi propaganda etmesi gibi tehlikeler, tehditler azalmamıştır.
***
Bir “Hazerfenin” kaleminden çıkmış, yoğun entelektüel çabanın ürünü eserin ilgi uyandıracağından, tartışılacağından eminim. Hem çok farklı tezler öne sürdüğü, hem de kimi çok bilinen tümevarım tümdengelim ilişkisi gibi gerçekleri yeniden tartışmaya açtığı, “bağlantısallık” gibi “yeni” bir tez ile bağladığı için ilgiyle okudum sayın Kılıç’ın kitabını. Bu çok yararlandığım kitap için, aynı zamanda epey bir zamandır, “bilgidir böyledir” diye bir kenara bıraktığım konulara merakımı yeniden tahrik ettiği için de sayın yazara teşekkür ediyorum.