İngiltere’nin (daha doğrusu Britanya’nın) Avrupa Birliği’nde kalıp kalmayacağının oylanacağı 23 Haziran referandumu öncesinde, ayrılma (Brexit) taraftarlarının kazanma olasılığının yükselmesi, bu ülke merkezli olanları da dâhil olmak üzere, sermaye bağları güçlü uluslararası medya kuruluşlarında telaş yarattı. Seçmenlere, ayrılma kararının hem Avrupa Birliği’ne hem de İngiltere’ye iktisadi açıdan zarar vereceğini anlatmaya çalışıyorlar. Diğer yandan, ayrılma yönünde oy kullanmayı planlayanları akıl dışı davranmakla, bilgiye ve analizlere kapalı olmakla suçluyorlar.
Brexit karşıtı milletvekili Jo Cox’un ırkçı bir saldırgan tarafından öldürülmesi, İngiltere’nin AB’de kalmasını isteyenlerin elini güçlendirdi elbette. Her tür ayrılma savunuculuğunun ırkçılıkla özdeşleştirilmesi kolaylaştı. İngiltere’deki bazı sendikalar ile sosyalist ve komünist partilerin ayrılma taraftarlığının yok sayılması da...
Uluslararası medyada dile getirilen görüşleri Türkiye’ye taşıyanlar da var. Örneğin, Nilgün Cerrahoğlu’na göre, “‘AB’den çıkalım’cılar zaten saplantılı korkularla meseleye odaklandıklarından, analizle ilgilenmiyorlar. Küreselleşmenin 1. dereceden faturasını ödeyen bu çevreler kurulu düzenin ne basınını, ne liderini muhatap alıyor, ne onların sağladığı verilere güveniyor. Ve kökten bir ‘ret’ tavrı içine giriyorlar.”
Osman Ulagay da benzer şeyler yazmıştı: “ABD’de, Avrupa’da ve başka ülkelerde dünyanın gidişatına duyulan tepkiyi istismar eden siyasetçilerin yıldızı parlarken onlara umut bağlayan insanların sergilediği davranış tarzı da çok ürkütücü boyutlar kazanıyor. Rasyonel düşünceyi dünyaya yaymış olan İngiltere ve ABD gibi ülkelerde şimdi sergilenmekte olan ‘küresel elit’ düşmanlığı açıkça bilgili ve birikimli insan düşmanlığına dönüşmeye başladı. Örneğin İngiltere’deki ‘Brexit’ tartışmalarında, ülkenin AB dışında kalması halinde ortaya çıkabilecek olan çok ağır ekonomik fatura yetkili kişiler ve ciddi ekonomistler tarafından verilere dayanarak ortaya konduğu halde ‘Brexit’ kampı bunları ciddiye bile almadı.”
Cerrahoğlu gibi Ulagay da seçmenlerdeki “Türkler gelir” korkusundan söz ediyor ve ekliyor: “Yapılan bir anketin sonuçları, ‘Brexit’ cephesinde yer alanların yüzde 30’unun akademisyenlere, yüzde 38’inin ekonomistlere, yüzde 45’inin İngiltere Merkez Bankası’na, yüzde 75’inin İngiltere’deki politikacılara, yüzde 85’inin de diğer dünya liderlerine hiç güven duymadığını gösteriyor.”
Ulagay kaynak göstermemiş. Ama aynı konudaki farklı rakamlar içeren bir anket gerçekten de ilginç sonuçlara sahip.
13-14 Haziran 2016’da İngiltere’de yaşayan 1656 yetişkinle yapılan anket çalışmasına göre, AB taraftarlarının güvendikleri kişilerin bazıları şöyle: Ünlü şirketlerin sahipleri/yöneticileri (AB’cilerin %55’i güveniyormuş); ekonomistler (%63); BM ve IMF gibi uluslararası örgütlerin yöneticileri (%62); İngiltere Merkez Bankası’nın yöneticileri (%61); akademisyenler (%68).
AB taraftarları arasında ünlü şirketlerin sahiplerini/yöneticilerini güvenilmez bulanların oranı yüzde 30’da kalmış.
AB karşıtları arasındaysa, ünlü şirketlerin sahiplerine/yöneticilerine güvenmeyenlerin oranı yüzde 55, bunlara güvenenlerin oranı yüzde 27.
Yine AB karşıtlarının güvenmedikleri kişiler: Ekonomistler (%57’si güvenmiyormuş); BM ve IMF gibi uluslararası örgütlerin yöneticileri (%68); İngiltere Merkez Bankası’nın yöneticileri (%64); akademisyenler (%54).
AB taraftarları sermaye sahiplerine ve onların temsilcilerine güvenirken, AB karşıtları bunlara kuşkuyla bakıyor.
AB taraftarlarının hepsini akılcılığın ve aydınlanmacılığın temsilcileri saymak ne kadar anlamlıysa, AB karşıtlarının hepsini akıl dışı davranmakla suçlamak ancak o kadar anlamlı olabilir.
Sorunun temelinde, Avrupa Birliği’nin, akılcılıkla, aydınlanmayla, demokrasiyle vb. hiçbir ilgisi bulunmayan, sermaye sahiplerine ve özellikle de en büyük sermaye sahiplerine hizmet eden bir birlik olması var.
Aslına bakılırsa, AB’nin emek düşmanı programını onaylatmak için halkoylamasına başvurma girişiminde bulunulmuş, ama bir hezimetle karşılaşılmıştı. “Avrupa Anayasası” diye anılan metin 2005 yılında Fransa ve Hollanda halkları tarafından reddedilince, diğer ülkelerde yapılması planlanan halkoylamaları iptal edilmişti. Bunun yerine, 2007 yılında, üye ülkelerin ezici çoğunluğunda halkoylamasına sunulmayacak olan ve Avrupa Anayasası’ndan pek bir farkı bulunmayan Lizbon Anlaşması imzalanmıştı.
Yunanistan halkı AB’nin dayattığı kemer sıkma politikalarına karşı Syriza’yı iktidara getirdiğinde ve ardından aynı kemer sıkma politikalarını bir halkoylamasıyla reddettiğinde, “AB demokrasisi”nin neye benzediği bir kez daha görüldü: Halkın tepkileri yok sayıldı. Syriza’nın en büyük hatası, Yunanistan halkını Avrupa Para Birliği’nden (ve AB’den) ayrılma fikrine hiç hazırlamamasıydı.
Solun yeterince güçlü olmadığı ya da Avrupa Birliği’ne karşı etkili bir mücadele yürütmediği ülkelerde, AB’nin emek düşmanı politikalarından zarar gören toplum kesimleri, pek doğal olarak, milliyetçi ve ırkçı politikacıların etkisine daha açık hâle geliyor. AB taraftarları ise, en az bu politikacılar kadar demagoji yaparak, Avrupa Birliği’ni, güçlenmesine yol açtığı ırkçılığın tek alternatifi gibi göstermeye çalışıyor!
İngiltere’deki referandum, sonucu ne olursa olsun, kısa vadede, radikal değişikliklere yol açmayacak. AB karşıtları kazanırsa, İngiltere’nin AB’yle ilişkilerini düzenlemek için özel anlaşmalar düzenleme yoluna gidilecek ve bu süreç bir hayli uzatılabilir. AB taraftarları kazansa bile, AB karşıtlığının ülkedeki toplumsal gücünün yok sayılması mümkün olmayacak. İki durumda da, referandumun gerçek sonuçlarını, başta İngiliz sermaye sahipleri olmak üzere sermaye sahipleri belirleyecek.
Ama bu arada, Avrupa genelinde emekçiler yoksullaşmaya ve AB karşıtlığı güç kazanmaya devam edecek. Önemli olan, akılcı ve aydınlanmacı güçlerin, AB’ye karşı yürütülen mücadelelerin siyasal içeriğinin belirlenmesinde ne ölçüde rol oynayabileceği.