AKP’ye meclis çoğunluğunu kaybettiren 7 Haziran 2015 genel seçimlerinin ardından, IŞİD’in yaptığı iddia edilen, ama ilgili örgüt tarafından üstlenilmeyen iki büyük bombalı saldırı düzenlendi: 20 Temmuz’da Suruç Katliamı, 10 Ekim’de Ankara Garı Katliamı. Ülkemizin ilerici ve devrimci insanlarını hedef alan bu iki saldırı, iç savaş ortamı yaratma yoluyla 1 Kasım 2015 genel seçimlerinde AKP’ye meclis çoğunluğu kazandırma stratejisine hizmet etti. Kürt siyasal hareketinin tartışmalı “hendek politikası” ve silahlı mücadeleyi yükseltme yaklaşımı da bu stratejinin iş görmesine yardımcı oldu.
Saray/AKP rejiminin 1 Kasım’da elde ettiği başarı, asıl olarak, farklı bir iktidar alternatifinin görülemediği koşullardaki “istikrar” beklentisinin ürünüydü: AKP’nin biraz daha az oy alması herhangi bir şeyi değiştirmeyecekti... Buna karşın, AKP’nin tek başına iktidar olması durumunda, belki de ve en azından, iç savaş ortamı son bulabilirdi... Rejim karşıtı toplumsal tabanda daralma yaşanmasa bile, tek dertleri istikrar olanlar yeniden AKP’ye yöneldi.
Tayyip Erdoğan, 1 Kasım seçimlerinin sonuçlarını da yeterli bulmadı. Kendi gücünü mutlaklaştırmanın yolunu, iç savaş ortamını süreklileştirmekte gördü. İlçeleri ve mahalleleri tanklarla ve toplarla yerle bir ettirmeye devam etti. Aylarca süren sokağa çıkma yasakları uygulandı, binden fazla insan öldürüldü, yüz binlerce insan göç etmek zorunda bırakıldı.
İç savaş ortamlarında, çatışmaların doğrudan tarafı olmayan kesimlerin (ve hatta mağdurların) seslerini yükseltmesi zorlaşır.
Ama Türkiye’de farklı bir şey oldu. Bu yılın Ocak ayında, akademisyenler, “Bu suça ortak olmayacağız!” diye ortaya çıktı. Önce binden fazla, ardından binlerce akademisyen, “saldırıları durdurun” çağrısının altına imza attı. Tayyip Erdoğan ve rejim yandaşları tarafından “vatan hainliği”yle suçlanmaları ve her tür hakarete uğramaları, tehdit edilmeleri, işten çıkarılmaları ve haklarında soruşturmaların açılması, hem diğer akademisyenlerden hem de farklı kesimlerden destek almalarına yol açtı.
Çünkü, olup bitenlerin iç yüzü herkesçe kolaylıkla anlaşılabiliyordu. “Hendek politikası”nı yanlış bulanlar bile, çatışmaların yeniden başlamasının asıl sorumlusunun kim olduğu konusunda hemfikirdi. Deyim yerindeyse, “Gezi ruhu” kendisini yeni bir biçim altında ete kemiğe büründürme yolundaydı...
Ne var ki, bunların hemen ardından, TAK adıyla üstlenilen Ankara’daki bombalı saldırılar geldi. Önce 17 Şubat Merasim Sokak saldırısı, sonra 13 Mart Güvenpark saldırısı...
Özellikle ikincisi, “Bu suça ortak olmayacağız” diyerek yola çıkanların arkasındaki toplumsal desteği büyük ölçüde zayıflattı. Kentin merkezî bir noktasında bulunmaktan başka suçu olmayan insanların ölmesine yol açan eylemler, halkı gerçekten de “terörize” ederek toplumsal muhalefet üzerinde sindirici bir etkide bulundu.
Bu eylemlerin kime yaradığı belli değil mi?
Ya 7 Haziran’da Vezneciler’de ve son olarak da 13 Haziran’da Dersim’in Ovacık ilçesinde düzenlenen bombalı saldırılar?
İlkini TAK, ikincisini ise PKK ile Türkiye’de silahlı mücadele yürüten örgütlerin ittifakı olan Halkların Birleşik Devrim Hareketi (HBDH) üstlendi.
Küçük bir ilçe olan Ovacık’ın merkezindeki bombalı saldırıda en büyük zararı sivil yurttaşların görmesi kaçınılmazdı ve öyle de oldu. 3’ü ağır olmak üzere 9 kişi yaralandı. HBDH’nin konuyla ilgili açıklamasında, “4 özel harekatçının öldüğü” şeklindeki doğrulanmayan bir iddiaya yer verilirken, saldırıda zarar gören yurttaşlardan özür dileme gereği bile duyulmadı.
Bu saldırılar, “tüm bu olup bitenlerin asıl sorumlusu, kendi halkına savaş açan Saray/AKP rejimidir” diyenlerin sözlerini etkisizleştirmedi mi?
Kimileri, bütün suçu Kürt siyasal hareketine (veya son seçimlerde HDP’ye oy vermiş olanlara) yükleme politikasıyla güç kazanabileceklerini düşünüyor. Bunların başını, her dönemde en kolay ve en uygun gördüğü fırsatları kollayan ve geçmişinde Kürt siyasal hareketine yanaşma politikası da bulunan Aydınlık çevresi çekiyor.
Bu politikanın kime yaradığı da belli...
Eğer tüm halkın çıkarlarını gözetiyorsak, Kürt emekçilerinin gerçek çıkarlarını da kapsayan bir ortak kurtuluş programı ekseninde bağımsız bir halk örgütlenmesi yaratmaya ihtiyacımız var.
Bunun yolu, halklar arasındaki düşmanlıkların körüklenmesine ve toplumsal muhalefetin sindirilmesine katkıda bulunan eylemlere sessiz kalmaktan geçemez.
Merasim Sokak’taki, Güvenpark’taki, Vezneciler’deki, Ovacık’taki bombalı saldırıları lanetlemek, sorumlularından hesap sormak zorundayız.