Bir kenti, hele İstanbul gibi bir kenti yaşamanın kaç şekli, kaç hali, kaç türü vardır? Tutkulu, tutuklu, mücadele içinde, gözlemci statüsünde, her günü ayrı bir heyecanla, her günü aynı rutinle, doğayı yaşayarak, betona sıkışarak, coşkulu, hüzünlü, sarhoş, ayık, kaçak, uzak, yalnız, kalabalık, dört göz bir odada, dört kişi bir hücrede... Diğer bütün ayrımları bir yana bırakıp sonuncusundan yola çıkarak, “içerisi”ne ve “dışarısı”na (yahut “yeraltı”na ve “yerüstü”ne) ne dersiniz?
Burhan Sönmez’in “İstanbul İstanbul” romanını okurken, bu farklı yaşama biçimleri ve sorular üzerine düşünmeye başlıyor insan.
Güçlü devletimizin karanlık bir emniyet binasında, onun en karanlık bodrum katında, “terörün başını ezmek” için yaptırılan hücrelerden birinde, dört tutsak devrimcinin bir aradalığı var bu romanda. İçeriye düşüşleri ve içeriden dışarıya bakışları var. Birbirlerine, içinden hep İstanbul geçen... dışarısıyla içerisini, yeraltıyla yer üstünü birleştiren... ilk başta farklı gibi görünse de İstanbul’un geçmişinde ve bugününde bir şekilde birleşen öyküler anlatmaları var. Farklı yaş ve birikimlerden dört devrimcinin, işkence, çözülme, direnme ve ölüm süreçleri ve bilmeceleriyle birlikte, İstanbul yüklü hikayelerin barındırdığı çok sayıda soru ve bilmecenin içinden geçiyoruz kitap boyunca.
Benim aklıma takılan ya da kitabın bende bıraktığı asıl sorular ise birincisi, ilk cümlede söylediğim, yani, “Bir kenti, hele İstanbul gibi bir kenti yaşamanın kaş şekli, kaç hali, kaç türü olduğu?” ve ikincisi, bununla bağlantılı olarak, “Onlar yeraltından/hücreden hep şehri ve insanları düşünür/yaşarken, vapurların, kedilerin, martıların, araçların, insanların seslerini dinlerken; biz yer üstünde onları ne kadar düşünüyoruz, onların seslerini ne kadar işitiyoruz?” sorusu oldu.
Şehirde günlük hayatımızı sürdürür, telaşlı koşturmacanın içerisinde bir yerlere gidip gelirken göremediğimiz o insanlar, işitemediğimiz o sesler... nasıl görülür/duyulur hale gelecek acaba? Yeraltında acı çekenler ile yer üstünde işine gücüne bakanları aynı özgürleşme hareketi içerisine katacak bir altüst oluş mu beklediğimiz?
Şehrin kalabalığına, gündelik hayhuyuna bakınca bunu görmek pek kolay değil tabii ki. Gözümüzün hemen önünde olan bitenler dışında, pek de bir şeyi göremediğimizden, işitemediğimizden, hissedemediğimizden olabilir mi? Gözümüzün önünde olup bitenleri de farklı biçimlerde, değişik boyutlarıyla göremediğimizden, şehirde olan bitene farklı bakış açıları getiremediğimizden belki de. Yaşananlara öylesine bakıp, esaslarını göremeden geçip gitmemizden…
Kentin en kalabalık caddesinde, gözlerimizi ve zihnimizi (politik) bir kameraya dönüştürerek dolaşmayı deneyelim o halde arada. Görüntü ve sesleri anlık olarak kaydedelim. Sonra süzüp değerlendirelim. Yüzeydeki ve derindekileri inceleyelim. İnsanın sınırsız olanaklarını ve sistemin rutini içerisinde sınırlanmasını gözlemleyelim. Gerçeklerin perdesini aralamaya çalışalım. Gelip geçenler mi?.. Tın tınn, boş, bomboş gibi gelecektir çoğu ilk başta ama düşünüp eşelemeye, üstteki topraklarını kazımaya başlarsanız ne çok yaşanmışlık var kimisinin altında.
Böyle yapmıyoruz, sadece kendi sesimizi işitiyor, kendi görüntümüze önem veriyoruz çoğunlukla. Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz şairimiz Gülten Akın’ın en bilinen dizeleriyle; “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya” sonuçta.
Nasıl dursun ki, sürekli meşgul telefonunda! Telefonunu kulağından ve gözünden uzaklaştırsa, sahici sesler, has görüntülerle karşılaşacak belki. Kimilerinin acılarını-kaygılarını, kimilerinin sevinçlerini-umutlarını hissedecek. Tabii çoğunluğun boş bir teneke gibi geçişi yahut biçimsiz bir küfürle arkadaşına seslenişi, kafasını telefona gömüşü vb de her an ve durmadan filme eklenecek.
Yine de incelikleri fark ettirecek, yer altındakileri bile düşündürebilecek, duraksamalar, görüntüler, es’ler, sesler lazım bize. Sadece karanlık hücrelere, hapishanelere gidenler değil, doğrudan ölüme gönderdğimiz çok arkadaşımız, kardeşimiz de oldu son günlerde. Çok kaybımız var. Olmaya da devam ediyor. Unutmayacağız, unutturmayacağız, unutursak kalbimiz kurusun diyip duruyoruz ama nasıl? Çok değerli ve anlamlı sözleri, sesleri yok muydu kardeşlerimizin? Bu topraklara eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği getirmeye sevdalı sözleri dolup taşmıyor muydu ağızlarından, yüreklerinden?
Bir şehrin bütün özgürleştirici sesleri aşkına, ne kadar çıkıyor bizim sesimiz? Yeraltında hücredekiler, mapustakiler hep bizi düşünürken, biz onları ne kadar düşünüyor, seslerini sesimize ne kadar katabiliyoruz? Kayıplarımızın sözlerini ne kadar çoğaltabiliyoruz?
Ve karanlık bir düşünce peşinde: “Milletin umrundaydı sanki” oradan gelen sesler! Kim duyuyor ki yerin altındakini?
Doğru olabilir. Ancak biz o sesleri duyurmak için harekete geçmez, hatta çırpınmazsak; o “umrunda olmayan millet”e doğru yavaş yavaş ya da hızla dönüşme ihtimalimiz de artar gün geçtikçe.
Aman dikkat diyelim, “millet iradesi” tecelli edip duruyor zaten bugünlerde her yerde!..