'Benden kurtulamazsın, ben senin vicdan azabınım'*
Gerçekte insanın yeryüzündeki serüveni adalet ve edebiyatın birlikte yol aldığı büyük serüvenden ibarettir. Unutulmamalı ki bu zorlu yolculuğun vicdani cephesi ancak edebiyatla anlatılabilir.
Edebiyatı akıldan, mantıktan, zamandan, duygudan, çok uğraşırsanız her şeyden ayırabilirsiniz. Onu kutsal bir çınarın tepesine taşıyabilir, sırça fanuslarda saklayabilir yahut yerin dibine sokabilirsiniz. Neresinden tutarsanız orasını görebileceğiniz, kendinize göre biçimlendirebileceğiniz bir fanusa dönüştürebilirsiniz. Ama ne kadar uğraşırsanız uğraşın şeffaflığı örtmeyi başaramayacağınızdan onu vicdandan ayırmak mümkün değil. Tanımlanması neredeyse imkânsız olan lakin içimizde, en derinimizde hissettiğimiz bu sezgisel, belirsiz duygu en çok edebiyatla özdeşleşir. Siyasal erkin yanında olan, muhalif tavrını ortaya koyamayan edebiyatçının gücün yanında durması kendi güçsüzlüğünden başka bir şey kanıtlamaz. Hâlbuki gücü ve vicdanı edebiyatın dışında aramak bir edebiyatçıyı art niyetli kılmaktan başka bir işe yaramaz.
Bir yazarın görevi vicdansızlığın, adaletsizliğin önüne geçebilmek; bu iki önemli olgunun karşısında duvar örenlerin zihinlerini açmak değil midir? Vicdan erdemlerimizin filizlendiği en bereketli mabedimiz ise, yıllara meydan okuyan yazarların beslendiği kaynağın acı olduğunu görmek kaçınılmazdır. Acı çekmek yahut acımak; durumları, nesneleri, çevremizi ve elbette kendimizi hissetmemize olanak verir. Adalet duygusunu tanrısı haline getirebilen yazar, başkalarının acılarına duyarsız kalamaz. Çok tabii ki edebiyat yaraları sağaltamaz; kesiklerin üstüne kusursuz, estetik dikişler atamaz. Aksine acıları, yaraları kanatıp iyice belirginleştirir, ama aynı zamanda da farkındalığı geliştirir. “Edebiyat gerçeğe bakar, siyasete değil ve hakikati arar; her türlü kimliğimizi yırtıp attıktan sonra hepimizin buluşma olanağı hakikat, tartışılmaz olan vicdanın dili” herhangi bir hikâyede buluşturuverir bizleri. (Yetik 2014:242) İktidarlar her zaman onaylanma derdinde olduğundan iktidar sahiplerinin yanlarında sanatçıdan çok yeri geldiğinde kullanılmak üzere pohpohlanıp gururu okşanan jokerler dolanır. Ama gerçek sanat, gerçek edebiyat asla itaat etmez; boyun eğmez; hâkim düşünceye meydan okuduğu, ayaklarını yere sağlam bastığı sürece değerlidir. Sanat için de para ve / veya olanaklar gereklidir, ancak yine de gerçek sanatçıyı satın almak mümkün değildir.
Her ülkenin, her coğrafyanın, esasında insanlığın tarihi acılarla doluysa bir ülkenin edebiyatı onun hem vicdanı hem belleğidir. “Olmayan adaleti yaratıp yaşanır, duyumsanır kılmak vicdanımıza bağlıdır, içsel olan vicdanımız da bizi çoğu zaman huzursuz etse bile sonuçta bize kalmıştır, onu kandırabilir, atlatabiliriz. Biraz bizdir vicdanımız, orada derinlerimizde bir yerde kendi başına buyruk gibidir ama biz de fazlasıyla toplumsal, siyasal varlıklarız. Özellikle sıkıştığımızda temel dürtülerimizin isteği doğrultusunda vicdanımızı bastırmaya yatkınızdır.” (Yetik 2014:176) Edebiyatın adalet sağlamak gibi toplumsal bir görevi olmasa da edebiyat hukuku ve adaleti estetik açıdan anlatabilir. Adalet Tanrıçası Thames heykeli zarafetiyle hukukun, elinde tuttuğu terazisiyle adaletin, gözlerindeki bağla vicdana yön veren tarafsızlık ilkesinin edebi bir anlatımı değil midir? Edebiyat çoğunlukla hislere, sezgilere hitap ederek toplumdaki çarpıklıkları, yanlışları, sevinçleri, acıları, gözyaşlarını dile getirirken, hukuk da akla dayanıp kanunlardan gücünü alarak vicdana yönelir. Edebiyat; olayları, yaşananları duyumsatarak insanların vicdan muhasebesi yapmasını sağlarken, hukuk olaylardan yola çıkarak insanı davacı, davalı, şüpheli, sanık, tanık olarak yargının parçası haline getirir.
Hukuk suç işleyeni yargılar, edebiyat yargılamanın sanık üzerinde oluşturduğu algıyı anlatır. Hukuk kimi zaman hatta çoğunlukla yanılır, suçsuz olanı da yargılar. Edebiyat suçsuz olduğu halde hüküm giyen, kötü muameleye uğrayan kişinin ezikliğini, öfkesini, kederini anımsatır. Her şeyden öte hukuk ancak gerektiği kadar ayrıntıyla ilgilenir, edebiyat ise zaten ayrıntıda gizlidir. Hukuk gayesi adalet olsa da her zaman sonuca ulaşmayabilir, bu yüzden gerçek edebiyat hukuksuzluğu da anlatır. Söz gelimi, hukuk suça sürüklenen çocukla ‘şüpheli’ veya ‘sanık’ seviyesinde ilgilenir, fakat edebiyat suça sürüklenen çocuğun zaruret halini de yansıtır.
Gerçekte insanın yeryüzündeki serüveni adalet ve edebiyatın birlikte yol aldığı büyük serüvenden ibarettir. Unutulmamalı ki bu zorlu yolculuğun vicdani cephesi ancak edebiyatla anlatılabilir. Nasıl ki demokrasi herkes içinse, hukuk da edebiyat da herkes içindir. Halkın dâhil olmadığı hukuk hangi adaleti ve vicdanı temsil edebilecektir? Adalet, vicdan, eşitlik, özgürlük gibi olgular yalnız yasa koyucular ile var olamaz. Toplumsal vicdanımızı önemsemeyen bir hukuk adaleti sağlayamayacağından, vicdanımızı temsil eden sanat olmadan toplumsal adalet öğrenilebilir mi? “Edebiyat, kendisine düşen görevi, kendi diliyle yerine getirmemişse ve ortada bir hukuk sorunu varsa, gerçekliği yeniden üretip kurgularken vicdanın sesine sağır kalamaz. Resmi tarihin ve dinsel belleğin saptırmalarına karşı bir romanın hakikat olarak gözetmesi gereken adaleti, yani hukukun evrensel normlarını göstermek, anayasa ya da medeni kanun, her neyse hiza mesafesini belirleyeceği çağdaş bir duyarlık oluşturmak yadsınamaz görevi durumuna gelir. (…) bu dünyada haklının güçlü olduğu bir yer de olması gerekir, orası da gerçek edebiyattır; çünkü edebiyat vicdanın sesini duyar, duyumsatır.” (Yetik 2014:446)
* Tutunamayanlar / Oğuz Atay
* Romantik Ortadoğu / Metinlerarası Bir Deneme, Hayri K. Yetik, Ayrıntı Yayınları, 2014.