Bu köşedeki yazılarımda eğer o hafta vizyona giren yerli bir filmden söz edeceksem sıklıkla “çok sınırlı ölçekte vizyona giren” ifadesini kullanmak durumunda kalıyorum ne yazık ki. Söylemeye bile gerek yok, tabii ki aslında ülkemizde yerli sinemanın geneli için, daha doğrusu ana akım mecrasında böyle bir durum söz konusu değil, örneğin bu yıl şu ana dek vizyona giren 70 dolayında yerli filmin yarısı yüzden fazla salonda gösterim şansını yakalamış, bunların 16’sı ise 300’den fazla salonda izleyici karşısına çıkmış durumdalar. Ancak kendi kişisel süzgecimden geçirip bu köşeye öncelikle taşımayı tercih ettiğim yerli filmler ise genellikle sınırlı ölçekte gösterimle yetinmek durumunda kalmış oluyorlar. Konunun daha da düşündürücü boyutu ise bu sınırlı ölçeğin gittikçe daha da daralıyor gibi oluşu.
Geçen yıl önce İstanbul, ardından Ankara film festivallerinde izleyici karşısına çıkmış olan Bekçi, neredeyse bir yıl rötarlı olarak dün (cuma) vizyona girebildi, üstelik dördü İstanbul’da olmak üzere ülke çapında toplamda yalnızca yedi salonda. Yönetmen-senarist Durmuş Akbulut’un ikinci uzun metraj kurmaca filmi olan Bekçi’nin aynı zamanda geçen yıl 65 yaşında aramızdan ayrılan Turan Özdemir’in son filmi olma özelliğini taşıdığı görülüyor.
Özdemir’in başarıyla canlandırdığı Salih, bir kasabanın mezarlığında gece bekçisi olarak çalışmaktadır ve bu gece mesaisi dolayısıyla yaşamı, sevgisiz bir ilişki yaşadığı anlaşılan eşiyle birlikte oturduğu ev, bu evle mezarlık arasındaki uzunca yol ve bekçi kulübesinde geçirdiği zamanlardan ibaret hale gelmiştir. Karanlıklar içinde bir at ve bu atın yanında çok genç bir kızın yer aldığı bir rüyayı sık sık görmekte olan Salih bir gece nöbetinde önce bir çobanla, daha sonra da yıllar önce karşısına bir kere daha çıkmış olan gizemli, tekinsiz bir adamla karşılaşır. Ancak bu karşılaşmaların ne kadarının gerçek ne kadarının halüsinasyon olduğundan kendi de biz izleyiciler de kuşku duymaya başlarız…
Büyük çoğunluğu gece karanlığı içinde geçen ve bu sahnelerde başarılı bir görüntü yönetimiyle karanlığın, izleyicide “bu film çok karanlık” hissi yaratmadan dozunda ve cazip biçimde sunulduğu Bekçi’nin ilk bir saati, ağır temposuna karşın oldukça sürükleyici, kalburüstü bir gerilim filmini andırıyor. Bu arada rutinleşmiş ve bir hayli yavan bir yaşama mahkum Salih’in ruh dünyasına nüfuz edebiliyor, “sıradan” görünümlü bu bireyin stresine ortak oluyor, onun bakkaldaki kızı arzulamak gibi bastırılmış ve tatmin olmamış güdülerini, ilerlemekte olan yaşında içten içe yaşadığı ölüm korkusunu sezinliyor, tatmin olmamış arzular ve içten içe kavuran ölüm korkusunun sarmalı içinde çaresizce yaşadığını anlıyoruz.
Ne yazık ki Bekçi, Salih’in çoban ve gizemli adamla karşılaştığı geceden sonra evine gidip bir sonraki gece mezarlığa döndüğü son yarım saatte ise hızla kalibresini düşürüyor ve üstelik anlatısını da doyurucu biçimde bağlayamıyor. Akbulut, olay dizgesi açısından üzerinde daha fazla çalışılmış senaryolarla işe koyulduğunda daha iyi ürünler ortaya koyabilir çünkü hem karakterizasyon hem de atmosfer yaratma açısından yetkin(leşmiş) bir sinemacı kanımca.
Cinnet
Basın gösteriminde yönetmeni Aytekin Birkon tarafından “farklı bir Türk korku filmi” olarak lanse edilen Cinnet ilk yarısında D@bbe’nin (2006) kötü bir taklidi izlenimi veriyor olsa da bu açıdan belki de bilinçli bir tercih söz konusu çünkü böylece filmin anlatısındaki görünürde doğaüstü/dinsel motiflerin bilahare yerlerini bilim-kurgusal bir motife bırakmasının ters köşe hissiyatı yaratması perçinleniyor. Ancak öyküsü açısından “farklı bir Türk korku” sıfatını hak eden Cinnet, oyunculuk performanslarından dijital özel efektlerin düzeyine kadar pek çok açıdan potansiyelinin aşağı çekildiği bir çalışma, üstelik ana gövdesindeki anlatıyı ilerletmeyen olaylar dizgesi dolayısıyla ‘hissedilen süresi’ bir hayli fazla.