Başlarken...

Antalya’ya dünyanın her yerinden binlerce insan geliyor her yıl. Güzel şehir gerçekten; doğası, denizi, tarihi ile cennet gibi. Geliyorsunuz, güzel otellerde kalıyor, güzel restoranlarda yemek yiyor, sahilde güneşleniyorsunuz. Eve dönüyor, çektiğiniz fotoğrafları arkadaşlarınıza gösteriyor ve ne kadar eğlendiğinizi anlatıyorsunuz. Gerçi bunu sizlere anlatan ve güzel fotoğraflarla anlatımın etkisini de arttıran çokça yayına, gerek basılı gerekse İnternet ortamında rahatlıkla ulaşabilirsiniz ama… Lütfen, sizin çektiğiniz ile hangisi yarışabilir ki değil mi?

Bu sene neredeydiniz? Alanya, Kaş, Kemer ya da durun tahmin edeyim; kesinlikle sizin gibi bir asi ruh tatilini Olimpos’tan başka yerde geçirmiş olamaz. Evet sanırım eski Olimpos ile ilgili efsanevi anlatımları daha yaşlı tatilcilerden yine dinlemek zorunda kaldınız. Ya da arabanızın tekerleği yol üstündeki binlerce çukurdan birine girdiği için yaşadığınız zorluğu da anlatmaktan geri kalmadınız.

Siz havuz başında şezlongunuza söylediğiniz limonatayı yudumlarken yanınızdan geçen garson ter kokuyordu galiba, kahretsin! İşte bunlar yüzünden gelişmiyor bu ülkede turizm. Biraz daha dikkat canım, olmaz ki bu kadar. Sabah, öğle, akşam duş almaları lazım ama…

Çok haklısınız. Yok, şaka yapmıyorum gerçekten çok haklısınız. Ama bir şartla. Onların bir tek gününü sabahtan akşama kadar izlemeniz koşuluyla. Sabah gün ışırken bir ayağı servis aracında diğeri dışarda, ağzına tıkıştırılmış ekmek peynir ile güne başlıyor mesela. Eşinin temizlediği pantolon ve gömlek daha onuncu dakikada terden sırılsıklam. Birazdan güneş kırklı derecelerle güreşe başlar ve şansa bakın ki tatilciler de tatillerine. Kimsenin yüzü asılmamalı yoksa şef “marizine kayar”. Dünyanın en güzel yiyecekleriyle donanmış açık büfelerin arasından otelin en ücra köşesine atılmış yemekhanede hızlı bir şekilde yemeğini yemesi lazım yoksa işi arkadaşından devralamazsa arkadaşı aç kalabilir. Bir sigara içebilseydi şu palmiyenin altında yemeğin üstüne süper olurdu ama şef görürse şimdi maraza çıkmasın. Sonunda “shift” bitti, serviste biraz uyuyabilirsem akşam oğlanla oynarım.

Neyse canınızı sıkmak istemem ama ben tam da bunları anlatmak istiyorum burada. Otobüsleri ve servis araçlarını tıklım tıklım dolduran işçileri, yazın üç beş ay çalışıp tüm kış ellerindeki üç kuruşla geçinmek zorunda olanları. Servis yaptığı restoranda ailesiyle bir kez yemek yemek için iki ay çalışmak zorunda olanları yani.

Bir de her gün katlanarak artan bir kirliliğin tam ortasında her geçen gün korumanın imkansızlaşmaya başladığı doğal çevreyi anlatmak isterim size. Eğer bu kentin yirmi yıl, sadece yirmi yıl öncesini biliyorsanız şunlara şahit oluyorsunuz demektir: Eskiden gürül gürül akan derelerin birçoğunun artık akmadığını, betonlaşma ve çarpık yapılaşmanın getirdiği sıcaklık artışıyla nefes almanın gittikçe daha da güçleştiğini ya da portakal bahçelerinin yanından geçerken sizi kendinizden geçiren o canım portakal çiçeği kokularını artık içinize çekemediğinizi biliyorsunuz.

Şehrin muhtelif yerlerinden lağım kokuları duyuluyor artık. Hem de öyle yoksul işçi semtleri falan da değil düpedüz “kalburüstü” insanların yaşadığı mahalleler bunlar. Tam da orayı betona çeviren “kalburüstü” insanlar şimdi suyun hareketini engelledikleri için, havanın hareketini engelledikleri için o “deluxe” yaşamlarında lağıma düşmüş hissediyorlar kendilerini. Eh! Kendi düşen ağlamaz o yüzden yine biz ağlıyoruz maalesef.

Her şeyi ama her şeyi turizme bağlı bir kentin ne kadar pamuk ipliğine bağlı bir ekonomik yapısı olabileceğini 2016’da düşürülen uçak krizi ve 2020’de Covid-19 sürecinde gördük, görüyoruz. Alternatif oluşturabilecek tüm öneriler ya “ekonomik” bulunmuyor ya da suyun başındakiler tarafından alternatif olmaktan çıkarılıyor.

Sözün kısası; ben burada size bir şehrin görünen güzelliklerini var eden, o kenti her anlamda yaşanılır kılanların sorunlarını anlatmak istiyorum. Görünmeyenlerin, konuşulmayanların, konuşulamayanların, anlatıldığı bir mecra olsun istiyorum.

Bizler bu şehirde yaşayanlar, temiz bir çevrede insan gibi yaşamak isteyenler sadece bir avuç kışkırtıcı veya huzur bozucu muyuz? Yoksa tüm dünyanın yokuş aşağı yuvarlandığı bir zamanda doğayı ve insanı korumanın dünyayı korumak olduğunun bilinciyle hareket eden insanlar mıyız? Aslında sorunlarımız ortak, çözümü de birlikte bulacağız. Kars ile Antalya veya Amsterdam ile New York farklı problemleri yaşıyor görünse de özünde tümünün ortak noktaları var. Bu nedenle Antalya ya ilişkin yazarken sadece Antalya’dan bahsetmiyoruz, kapitalizmin bozduğu her noktadan bahsediyoruz.

Bir kenti ertesi güne hazırlayanların yorgun yüzlerinde geleceği görenler, görüşmek üzere.