Türkiye'de sosyal konut denildiğinde uzun süredir akla belediye ya da TOKİ gibi bir kamu otoritesinin üretip, halka ucuza sattığı konutlar geliyor. Farklı kamu kuruluşları ve KİT'lerin mülkiyeti kendisinde kalacak şekilde kiralık sosyal konut üretmesiyse neredeyse unutulmuş durumda. 1990'lara kadar kamu işçi ve çalışanlarına dönük lojmanlar ve afetevleri şeklinde yapılan konutlardan bahsediyorum. Bunlara ek olarak, kentsel topraklarda kamu mülkiyetinin 1980'lere kadar yaygınlığının barınma sorununun gecekondular, kooperatifler ve belediye-kooperatif işbirlikleri yoluyla çözülmesi için sunduğu avantajlar vardı. Bu yüzden büyükşehirlerdeki konutların çoğu kaçak-ruhsatsız da olsa 1990'lara kadar barınma sorunu çok yüksek maliyet getirmiyordu.
Neoliberal İslamcılık belediyelerden başlayarak iktidarını kurdukça, yukarıda sıralanan çeşitlilikteki çözümlerin yerini, halkı uzun vadeli borçlandırarak konut sahibi yapma politikası başatlık kazandı. KİPTAŞ'lar, Beyazşehirler, Başakşehirler İslamcıların emekçiler ve küçük burjuva kesimleri konut sahibi yapma, müteahhitlik ve imar uygulamaları, tadilatları yoluyla sermaye biriktirme süreçlerinin temelini oluşturdu. 2004 yerel seçimlerinden sonra da metro-doğalgaz-kanalizasyon vb. büyük kentsel altyapı projelerini raflardan indirip, merkezi yönetimin sunduğu milyar dolarlarla kentsel dönüşüm faaliyetlerine giriştiği, bugünlere kadar uzanan sürece girildi. Bunun sonucunda, İslamcı belediyecilikle yeniden düzenlenen ve TOKİ'yle boyutlanan kentsel konut politikası sosyal konut anlayışını ters yüz etmiş, en yoksullaştırılmış proleteri bile; "bir evim olsun da 20-30 yıl köle gibi çalışayım" motivasyonuyla borçlandırmış, ayağına bir pranga geçirmiştir. Halbuki, neoliberalizmin güvencesiz ve risklerle dolu dünyasında otomobille birlikte müreffeh bir hayatın olmazsa olmazı olarak pazarlanan konut sahipliğinin, ne barınma sorununu adil biçimde çözmesi, ne de bunu ekolojik krizi büyütmeden yapması mümkündür.
Mülk sahipliğine dayanmayan sosyal konut çözümlerine yön veren perspektifin fikirsel kökenleri ütopik sosyalistlere kadar götürülebilirse de yaygın uygulama olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrası sanayileşerek kalkınmayı sosyal devletle gerçekleştirme döneminde popüler olduğunu söyleyebiliriz. Konumuz Almanya'yla ilgili olduğundan 1918/1919 Alman ve Avusturya devrimlerinin parçası olarak, 1920'lerde sosyal demokrat iktidarların sendikalarla birlikte giriştikleri işçi sosyal konutlarını da anmadan geçmek de olmaz... Bu noktada yaşayan bir örnek olarak, 1920'lerde "Kızıl Viyana" bölgesinde başlayan, 2. Savaş sonrasında daha geniş alana yayılan ve günümüze kadar ulaşan Viyana deneyimi üzerine şu yazıya bakılabilir: https://gazetekarinca.com/2017/02/yerel-yonetim-ornegi-viyananin-ucte-biri-sosyal-konutlarda-oturuyor/
1950 ve 60'larda diğer batı ülkelerindeki sosyal konutların hikayesiyse, işçi partileri ve sosyal demokrat partiler ve komünist partilerde örgütlü Avrupalı işçi-emekçilerin barınma ihtiyaçlarını karşılamanın yanında, sermaye birikiminin sanayileşmeye akmasını teşvik edip, kentsel rant alanlarında kırılmasını engellemeyle ilgili bir boyut da kazanmıştı. Sermayenin her kabuğa girip, onu yamultup, kendini gerçekleştirmesiyle de ilintili bir boyut tabii. Birikim süreciyle bağlantılandırılmış bu konut politikası doğrultusunda söz konusu yıllarda, çoğu Batı ve Kuzey Avrupa ülkesinde kentsel topraklarda özel mülkiyet sınırlandırıldı, mülkiyeti kamu otoritesinde kalan ve ucuz kiralarla oturulabilen sosyal konutların inşası kentsel gelişmenin de motoru oldu. Kullanım amacı dışındaki veyahut rant amaçlı özel konut sahipliğineyse sınırlar kondu.
TÜRKİYE'NİN YAKIN GEÇMİŞİNDEN ÖRNEKLER
Türkiye’de kapitalist sanayileşme ve kentleşmenin hızlandığı 1950-60’larda emekçi sınıfların büyüyen barınma sorununun çözümüne dönük geliştirilen farklı çözüm yordamlarına değinerek yazıyı bağlamak istiyorum. 1930'ların ikinci yarısından itibaren büyük sanayi işletmelerinde çalışanlar için inşa edilmeye başlanıp, bütün kamu kurumlarına doğru genişleyen lojmanlar ve pekçok deprem yaşamış yerleşim yerinde bulunan afet evleri Türkiye'deki ucuz kiralık sosyal konutların şimdilerde unutulmaya yüz tutmuş örnekleridir. Konuya ilişkin alternatif sol politikalar tartışılırken gündeme gelen, sendikaların 1950’lerden itibaren İşçi Sigortaları Kurumu’yla (İSK, bugünkü SGK) iş birliği içinde öncülük ettiği, 12 Eylül sonrasına dek uzanan işçi yapı/konut kooperatifçiliğine de değinmek gerekiyor. Bu sınıf uzlaşmacı modelde, sendikanın öncülüğünde ve pay sahibi olacak işçilerin katılımıyla kooperatif kurulur, sigorta kurumundan ucuz kredi ve Hazine ya da belediyeden ucuz arsa alınır, sonra da müteahhit ve yapı ustalarına konutlar yaptırılırdı. Tabii, bunu mümkün kılan büyük ve orta ölçekli sermayenin kentsel rant alanlarına girmesinin istenmediği, sınırlı ve dışarıdan beslenmesi gerekli sermaye kaynağını sanayileşmeye yönlendiren planlı bir birikim rejiminin hakimiyetiydi. Bugün böyle bir birikim ve hegemonya rejiminin dışında olduğumuzu, ayrıca konutta özel mülkiyet yaratan bu sınıf uzlaşmacı eskiyi canlandırmaktan da kaçınmak gerektiğinin altını çizmek isterim.
BİR SOSYAL KONUT HAYALİ
Konutta özel mülkiyet doğurmayan çözüm örneklerini farklı sosyal varoluş biçimlerine doğru çoğaltmak, özellikle ailelere olduğu kadar tek veya iki kişilik hanelere, LGBTİ+ bireylere, birlikte yaşlanmak, çocukları-yaşlıları, hastalarının bakımını müştereken yapmak isteyenlere dönük barınma çözümlerine doğru çeşitlendirmeyi düşünmeliyiz. Özel mülkiyet konusu olmayacak bu farklı çeşitlilikteki, erişilebilir sosyal konutlarda oturmak için belli kriterlere göre bir puanlama sistemi geliştirmek gerekecektir (asgari ücret ve civarında ücret almak, toplumsal cinsiyet, çocuk sayısı, evli ya da boşanmış olma vb.). Buraların mimarisi de sosyal konut niteliğini yenilikçi biçimde geliştiren, her kat ve bina bloku için ortak mutfaklar, toplantı, yemek yeme, eğlenceler gibi toplu aktivitelerin yapılacağı avlular (Kızıl Viyana’da bu konutlar avlu isimleriyle anılmıştır); bostanlar ve misafirhane gibi donatılarla kolektif-komünal yaşam alanları üretme perspektifiyle tasarlanmalıdır. Yüksek kiraların nedeni olan konut ve arsa spekülasyonunu sınırlandırmak ve sosyal konutların yapım maliyetlerini karşılamak için büyük ölçekli kentsel toprak ve konut sahiplerini artan oranlı biçimde, bir tür kentsel rant vergisiyle vergilendirmek gerekir. Kent yöneticileri kentsel rant vergisini plaka fiyatlarının astronomik rakamlara ulaştığı taksicilere ve dolmuşçulara doğru genişletmek istese, buna çok fazla karşı çıkan olmaz ama bunun için de devrimci bir mangal yürek gerekir herhalde. Özel mülkiyete dönüştürülmesi, miras gibi devredilmesi yasak olması gereken sosyal konutların yönetim ve denetiminde, kullanıcılar, kentsel mücadele inisiyatifleri ve sendikaların karar süreçlerine dahil olacağı özyönetimci bir kamuculuğun geliştirilmesiyse şu noktada geleceğin komünizmi için en ideal model gibi görünmektedir. Bu konuya önümüzdeki haftalarda değinmek istediğim, son yıllarda piyasa süreçlerine tabii kılınmış kolektif mal ve hizmet üretimlerini kamulaştırmanın yeni bir dolayımı olarak gündeme gelen (yeniden) belediyeleştirme tartışmaları bağlamında geri döneceğimi belirterek barınma sorunuyla ilgili yazı serisine bir virgül koymuş olayım... Arayı soğutmadan bu konuya metropol bütünü içinde saçaklanmış merkezlerin lojistik, depolama, montaj, tamir, fason üretim işlerinin yapıldığı, ucuz emek havuzunu oluşturan iç-periferilere dönüşmüş mahallelerinde barınma sorunu üzerinden yeni örgütlenme potasiyellerini, e-komite siyasi haber sitesindeki Phil Neel söyleşisi vesilesiyle tartışan bir yazıyla döneceğim. Marksist teori ve devrimci siyasal pratik açısından gayet ufuk açıcı bu söyleşiyi bırakarak bitireyim: https://e-komite.com/2021/kuresel-hinterlandin-hayaletleri-phil-neel-ile-soylesi/