Ayrık otlarının saldırısına karşı

Peki küçük bahçemizdeki ayrık otlarını nasıl temizleyeceğiz? Siyasete itiraz etmekten, gericilikle kavgadan, nitelikli eser üretmekten başka çare, başka yöntem var mı değerli okurlar?

Küçük bahçede Begonvillerin koyu gölgesinde çimleri saran ayrık otlarıyla nasıl baş deceğimizi düşünüyorum. Bir yandan da Fethi Naci’yi anlatan bir yazıyı okumaya çalışıyorum. Fethi Naci’yi 23 Temmuz 2008’de yitirdik. Onun eleştirdiklerini de, savunduklarını da bilgiyle bezeyerek sunması kültür dünyamıza kalan en değerli mirastır. Türk edebiyatının en önlerdeki değerli eleştirmeni, nitelikli sosyalist gerçekçiliğin kararlı izleyicisidir. Edebiyat tarihimize de, bu tarihten süzülüp gelen eserlere de bu gözle baktı, böyle değerlendirdi. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en önemli eleştirmenini anlatma çabasına girişenler genellikle onun eleştiride temel ilkelerinin en başında eserlere sosyalist gerçekçi bakış açısıyla yaklaşmak olduğunu unutuyor ya da özellikle “es” geçmeyi seçiyorlar.

Buradan, Fethi Naci mirasından, yani sağlam bir noktadan, onu anarak yola çıkalım. Bakalım ayrık otlarını temizlemenin bir yolunu bulabilecek miyiz?

***

Geçmişi yeniden yazma çabasında olanların gerçeği “es” geçmeleri kültür dünyamızı saran hava ya da havasızlık ile yakından ilgilidir. Nefes almakta zorlanıyoruz. Yoğun ideolojik baskı, yaratılan korku iklimi, eski ya da “nev zuhur” elemanların yaratmaya çalıştıkları yeni çerçeve bu “tık nefesliğin” temel nedenidir. Siyasal İslamın ideolojik baskısı, ülkeyi çağdaş bilim, kültür dünyasından uzaklaştırmayı hedefliyor. Bilimle, kültürle kör inanç arasındaki çatışmayı dogma, hurafe kazanmak üzere. Çağımızda kültürün sınırları aşmasını hiç bir engelin durduramayacağı söylenir fakat bu doğru değildir. İdeolojik barikatlar bu geçişkenliği önleyebilir, seçici davranabilir, görünmez sınırlar oluşturabilir.

Teknolojinin sınırları aşmasına izin veren ama bilime, örneğin evrim teorisine direnen ideolojik barikatlar içeriyi cehenneme çevirmeye yeter. Son zamanlarda tarikat liderlerine gösterilen ilgi, aklı hiçe sayan söylemlerin popülerleştirilmesine, hurafenin, dogmaların, şeriatın neredeyse modern hukuku ikame eder hale getirilmesine, tarikat liderleri arasındaki çatışmaların ülke meselesi gibi sunulmasına, “Nakşiler mi haklı Selefiler mi?” tartışmasına sayfalar ayrılmasına dikkat çekmek durumu anlatmaya yeter mi bilmiyorum. Bizim ülkemizde bu epeyce mesafe almış gelişmeyi daha doğrusu gerilemeyi görmeyenler ya da görmek istemeyenler İran’da olup bitenlerle, saldırının kültür dünyası üzerinde yoğunlaşması ile ilgilenebilir, ideolojik baskının “siyaset meydanında” kurulan sehpalarla sonuçlandığını görebilirler. Arap dünyası da dogmanın egemenliğindeki Afrika ülkeleri de çağdaşlığa bugüne kadar büyük bir ustalıkla karşı koymayı başardılar; doğal kaynakların ve Batının desteğiyle firavunların, şıhların, şeyhlerin egemenliği sürüp gidiyor. Çağdaşlık ve laiklik konusunda epeyce ilerlemiş bir ülkenin aydınları olarak durup düşünmek gerekmiyor mu?

***

Kültür dünyamızı kuşatan bu ideolojik saldırının belirtileri neler? Kabaca ya da özetle diyelim, şöyle sıralanabilir: Yozlaşma, çoraklaşma, bireyin yalnızlaşması, teknolojik tuzakların artan etkisi, ideolojik savrulma vd. Bu liste daha uzatılabilir ya da ayrıntılandırılabilir.

Yozlaşmadan başlayalım. Tipik belirtisi ortaya çıkan ürünün, sahip çıkar göründüğü olgunun içini boşaltmasıdır. Genellikle yazının, eserin “zamanın ruhuna uygun davranmak zorunda kalmak” gerekçesiyle hafifletilmesi, geri çekilerek itirazın güçleneceği algısının yaratılması şeklinde kendini gösterir. Ortaya çıkan şekilsiz şey yozlaşmış, ilerici demokrat ya da sosyalist kılıklı ucubedir. Sesinin çok çıkacağını, ideolojik merkezlerden destek ve alkış alacağı da eklenmeli. Ömrü kısa olabilir; uygun görülen bir zamanda, işe yaramadığının düşünüldüğü bir evrede, -tıpkı bir zamanlar ana akımın” kıyısında Sol’u, kültür dünyasını ehlileştirmek, tehlikeli inatçıları ideolojik bir saldırı ile hizalamak için piyasaya sürülmüş  Radikal gazetesine yaptıkları gibi- içindeki kimi işe yarar, değerli unsurlarla birlikte “artık gerek kalmadı, nass devridir, imana tam teslimiyet zamanıdır”  böbürlenmesi eşliğinde arşivini bile silebilirler.

Çoraklaşma, kültür dünyasının susuz kalmasının sonucudur, beslenmemekten kaynaklanan çölleşmedir. Okumanın devre dışı bırakılmasıdır. Ortaya çıkan ürünlerin tık nefesliği ile kendini gösterir. Değerleri tartışma dışı olanları tenzih edelim, gün yüzü görebilenlerin çoğunluğu tekrarın, kopyanın, intihalin, aslını inkar eden esinlenmenin ürünüdürler. Suretlerin, manzaranın, iyi kopyalanmamış reprolara benzediği hemen fark edilir. Ama piyasada kabileler, lobiler, etkin arkadaş çeteleri aracılığı ile tutunmaları, hatırlı bir yer edinmeleri kolayca sağlanır. Ödüller ve jüriler de bir alemdir; 7 kişilik bir jürinin 7-8 farklı dalda değerlendirme, seçim yaptığı görülmüştür. Nitelikli eserin peşine düşen yayıncıların, aracı kurumların taviz vermeden yaşaması zordur. Ekonomik dar boğazların sıkıştırdığı kültür kurumları, kültüre kaynak ayırmayı düşünenler seçme şansını yitirirler. Böyle zamanlarda piyasa “gönder şu kadar lira, eserini basalım abi”cilerle dolar. Çoraklığın çoğaltıcısıdır onlar.

Bilimin teknolojik gelişmeyle tarif edildiği yerlerde örneğin bizim ülkemizde sınır tanımayan tekno ürünlerin hızlı sirkülasyonu, tüketim ekonomisinin kışkırtması  ile beslenen teknoloji harikalarının ilk sıraları alması, bireyin kültür dünyasından örneğini kitaptan, tiyatrodan, kaliteli filmlerden, konser salonlarından  uzaklaşması sonucunu doğurur. Kolay olan nitelikli olanı kovar. Teknoloji evreninin göz kamaştıran ürünleri bireyi toplumdan, sosyal hayattan  uzaklaştırmakla kalmaz, kendi içinde de tek boyutlu bir yalnızlığa mahkum eder.

***

Kültürün çağdaşlığın yaşam alanlarını daraltan, kurutan tüm bu gelişmeler İdeolojik savrulma ile sonuçlanır. Bir süre sonra şıhların, şeyhlerin egemenliğine direnemeyen toplum düşünmeyi bir yana bırakır, iyice daraltmış bir kelime haznesiyle fikir üretmekten uzaklaşır; boyun eğmenin yarattığı alışkanlığın rahatlığına, konformizmine teslim olur. Bu olumsuz gelişmenin kaynağında post modernizmin hâlâ süren etkisi yatıyor. Ortaya çıkan tablo ibretliktir. Gerçeğin yerini post gerçek” almıştır; düşünmenin karmaşık yapısı yerine tek düze, hafifletilmiş fikir geçmiş, toplum birey ilişkisi torpillenmiş, birey toplumsal olandan uzaklaştırılmıştır. Bu bağlamda sosyalist gerçekçiliğin sola genel saldırının bir parçası olarak küçümsenmesi yaygın görüş olarak beslendi. Batı’da içi boş akımların artan etkisi yaygınlaştı, kapitalizmin tüketimi teşvik eden, yoksulluğu artıran kriz çözme yöntemleri, kültürel ürünleri ulaşılmaz hale getirdi. Felsefenin kültür dünyasından uzaklaştırılması yerini “aforizma felsefesi”nin alması, fantezinin şiiri kovması da önemli sonuçlar arasındadır.

***

Peki bu gidişe nasıl dur denilebilir. Kültür alanında yitirilenlerin geri kazanılması kolay olmasa gerek. Öyle anlaşılıyor ki, kültürün yeniden siyasetin alternatifi, eleştirmeni olabilmesi için siyasetin kapılarının zorlanması, dogmanın egemenliğine karşı bir kültür savaşına girişilmesi gerekiyor. Çağdaşlığın yani sekülarizmin ve aklın egemenliğine dayanan laikliğin savunulmasının yeniden başa alınması gerekecektir. Hurafeyle, dogmayla tanımlanan inanç ile bilim arasındaki çatışmada tarafsızlık kılıfı adı altında, “inanç özgürlüğü” sloganı ile piyasa yapan postmodernizmle mücadele de çağdaşlığı savunmanın olmazsa olmazıdır. Nihayet kabul edilmelidir ki, postmodernizm felsefede bir yenilik değil, kapitalizme ayak uydurmanın, krizleri hafifletmenin, kültür dünyasında kendiliğinden hayat bulan izdüşümüdür.

Dinin dogmalarına körü körüne itaati emreden, itaat etmeyeni öldürmeyi savunan, kadınları hayatın dışına sürmeyi önerenler, son zamanlarda Türkiye’de de daha açık konuşmaya başlayan radikal İslamın şeyhleri, şıhları, kültür ile siyaset, ahlak ve din arasında hiç bir ayrımı kabul etmezler. Onlara göre tek yasa kendi yorumlarıyla şeriattır, Bilim ve kültür dünyasının iki yüzlü temsilcileri, bilimi, kültürü, felsefeyi siyasetin hizmetine koşmanın teorisini yapan postmodern filozoflar ise açıkça konuşmazlar; dogmalara itaati öğütler, üstü kapalı savunurlar. Söylediklerinin esası, özeti şöyledir: “kendim inanmıyorum fakat halka uygun olan inanmaktır, halkın ona ihtiyacın var.”

Öyle midir? Hayır öyle değildir, çünkü dogmalar insanın özüne aykırıdır. İtaat değil, itirazdır insana yakışan.

Peki küçük bahçemizdeki ayrık otlarını nasıl temizleyeceğiz? Siyasete itiraz etmekten, gericilikle kavgadan, nitelikli eser üretmekten başka çare, başka yöntem var mı değerli okurlar?