Aynanın sırrı…

Giden yılın son gününe kalan yazılarla, gelen yılın ilk gününde yazılan yazılar, herhalde en az okunma şansına sahip olsa gerek.

Muhtemelen bu da öyle olacaktır.

Bu yazılardan ne beklenirin cevabı ise, belki geçen bir yılın değerlendirmesidir…

Keşke, mümkün olsa da yaşanmamışlardan sayabilseydik 2020’yi.

Hesap ediyorum da anamı en son gördüğümden bu yana tam bir yıl geçti. 90’ına giren bir anayla telefonun ve arada sırada bir görüntülü konuşmanın dışında, ne yanında olabildim; ne elini tutabildim…

Yaşarken her şeyin bir fırsatı varmış gibi gelir…

Zamandan bilince vuran, bugün olmadıysa, evet mutlaka yarındır der durur… Oysa yarınların gelip gelmeyeceği, elde avuçta tutulan değildir. Geçmiş, anılarımızdır. Şimdi duyumsadığımızdır. Gelecek ise hayallerimiz…

Oysa bu yıl, hepsinden daha derin, her şeyin ve ömürlerden paylaşabildiğimiz her anın, biricik olduğunu daha da iyi anladık…

Galiba koşturduğumuzdan, farkında olamıyorduk. Oysa zaman kendi doğasında, hep aynı dalgalanmayla geçiyordu…

Şimdiki halimiz nedir: Evde otur; mesafe diye kıpırdama ve adeta bir taziye evine dönen sosyal paylaşım sayfalarında, kimin sonsuzluğa kayıp gittiğini takip et dur…

Yürekler soğumuş ve taşlaşmış. Nakarat gibi başın sağolsunlar. Sabır dilemeler, ne işe yarayacaksa… Sonra ya nurlara emanetler ya da Allah’ın rahmetini dilemekler. Veya ışık, bulut, yıldız, sonsuzluk… Uyarına ve inancına ne uygun düşerse…

Ha tabii, bu 65+ ve 20 altı yaşlar için böyle. Çalışma zorunluluğu olanlar, ekmeğini taştan çıkarmak için, Kovid Azrail’inin orağına rağmen, sokakta onunla dans etmeye devam ediyor…

Kısacası aynanın sırrını öğrendiğimizin furyasıdır bu 2020…

AYANIN ÖTE YANI

Bilinmezin öte yanını, gören, bilen var mı? Elbette yok.

İnsanın ataları, suyun ayna hayalinde, ilk kez kendi yüzlerini gördüklerinde ne yapmışlardı acaba?

Görmek ve bilmek!

Gördüğünde neyi bildiğinin bilincine varmak. Farkındalık bilincine, önce görerek erişmek. Sonra daha çok görme isteği. Ve görmenin en kolay olduğu, gökyüzüne gözleri dikip yıldızlara dair hayallere dalmak ve keşfetmek… Tanrıyı da böyle keşfetmedik mi?

İnsan atalarımız, camı ne zaman keşfetmiştir acaba? Toprağın silikatını ayrıştırıp eriterek, nasıl da yüzeyi düz bir cam yapmışlardır acaba? Sonra, camın bir yüzüne sürülecek ‘sır’, nasıl da sır olmaktan çıkıp, yüzümüzün kusursuz hayalini bize vurdurmuştur acaba(?)…

“15. yüzyıl civarında, Venedik'te ilk kristal cam icat edildi. 1675 yılında George Ravenscroft adlı cam ustası, cama kurşun oksit ilave ederek, kurşunlu camın icadını yapmıştır. Büyük cam levhaların icadı ise, günümüze yakın bir tarihte; 1902 yılında yapılmıştır.” Kutsal Google, böyle bir şeyler yazıyor. Oysa daha ilkel düzeyde, camı, Romalıların keşfettiğini de biliyoruz… Her neyse…

Ayna, ışığın tüme yakın bir kısmını, düzgün olarak yansıtan cilalı bir yüzeydir diye tanımlanır. Önceleri metalleri parlatarak, bunu becermiştir insanlık… Sonra camın arkasına, kurşun ya da cıva amalgamı sürmüş ve ayna yapmıştır. Sonra gümüş ve benzerleri, yani böylece ‘sır’ sır olmaktan çıkmıştır…

Ayna hayali ile sonsuzluk düşü, insanın meraklarından birisi olmuştur. Sonsuzluğun ne olduğunu bilmiyoruz; ama sonsuzluk hayalini, lunaparktaki aynalar odalarında deneyimleyebiliyoruz. Bir dolap düşünün… Dört yüzeyine, birbirini karşıdan gören aynalar yerleştirilmiş bir dolap. Dolabın içine girdiğinizde, adeta sonsuzluğa akan ve dört bir yanınızın, ayna hayalinin olduğu, bir derinlik ve adeta kaybolmuşluk hissi… Nasıl da küçülerek ve nokta haline gelinceye kadar kendinizi görürsünüz ve sonsuzluğa kadar gidersiniz. Bana bu yanılsama, hep müthiş gelmiştir…

Yani aynalardan içre, aynaların ötesinde…

Bir de aynanın ötesine, bu pandemi yılında, nasıl geçtiğimizi, nasıl da acılarla öğrendik…

Bugün varken, bakıyoruz ki, yarın yok olmuşlara kavuşanlarımızın iç yakan haberleri…

YENİ YIL DEĞERLENDİRMESİ…

Böyle bir başlık için, düşünülen ya da beklenen bir şeyler yazamayacağım. Bir yıl boyunca, bir sürü şey yazdım. Hayat sözcükler, cümleler arasında adeta dans ederek geçti. Yazı ile üretmek… Yazarken düşünmek. Düşündüklerinizi başta öğrenmek ve öğrenmek için yazmak; yazmak için öğrenmek.

Önce, yazmaya dair kendimden, 31 Ekim 2017'de yazdığım bir şeylerden, bir alıntı yaparak başlayayım:

“Toplumsal hafızamız okuma-yazma özürlüsü sanki...

Olana bitene bakınca dünü bile hatırlamadığımızın ne çok örneği var.

Yani yaşamımızın künyesini, günlük satırlarda not etsek, ne çok biriktireceğiz diye hep düşünmüşümdür...

Yazmayı hep yazarlara özgü bir mesleki etkinlik diye kavramak, neredeyse adet olmuş; yani böyle tuhaf bir kabul halinde...

Kabul böyle olunca, yazmaya da okumaya da vaktimiz pek yok...

Oysa

“Hepimizin bir hikâyesi var!

Yazmalıyız derim. 

Yazmak hayata dokunmaktır...”

Böyle şerh düşmüşüm bir yerlere…

Kalıcıdır yazmak; adeta o anın fotoğrafı gibi ve ölümsüzlüktür.

Yazmak, sanki aklın usuna vurulan, biriktirdiklerinizden süzülen, bir damıtıktır sana dair. Senin olan, bir senden çoğalıp çoklaşan, çoğullaşan, hiç tanımadığın belleklere, beyin kıvrımlarına uzanan, ulaşan bir yolculuk…

Ya da

Senden doğan ve kopan, başka bir sende, başka düşüncelerle buluşan ve yeni yazmalara ilham olan maceradır…

Yani yazmak, nümayişsiz, kimsesiz ve kocaman sesli, bir sessiz sesleniştir!

Özetle yazmak, adeta bir yaylı tamburun akorduna tutturulan hayatın, teline değen, sürtünen mızrabın sesidir…”

Bu dönemde neler mi yazdım? Bunu özetleyebilirim. Bilimsel sınıfına giren makaleler. Kitaplara bölümler. Sosyal içerikli diye sayılan yazılar. Bilimsel raporlar. Sağa sola not düştüğüm şiirsel tümceler. Sosyal medyada paylaştığım ve paylaşırken unuttuğum yazılar. Merak edilen kimi sorulara, bir bilen sayılıp, yazılı cevap vermeye çalıştıklarım. Öğrenciler için ders notları; görsel sunular… Öncelerden kalan, beni bekleyen, yarım yazıların bir kısmının tamamlanması. İşte hemen aklıma geliverenler.

Sosyal içeriklilerin içinde, pandeminin hal-i pûr mealine dair yazılar ile Akdeniz, Afrika ve Kafkas yazıları ayrı ayrı bir araya getirilebilirse, neredeyse birkaç kitaplık bir yekûn tutabilir. Özendiren yorumlar da aldım. Eleştirenler de oldu. Kısacası şöyle düşünüyorum. Benim düşünebildiklerim, yapabildiklerim bunlar. Daha iyisini, eleştirenleri yaparsa, ben de okumaya talibim…

Bu dönemde, elliden fazla kitap satın aldım. Yarısından fazlasını okuduğumu, hepsinin içinde ne var diye tümüne baktığımı söyleyebilirim. Kitap ne çok dünya barındırır içinde. Oysa ömür boyu, okuyabileceğimiz kitap sayısı, ne denli azdır. Tabii başka yazılar da okudum. Makaleler okudum. Ne çok yeni bilgi bombardımanı oldu, her okuduğum...

Uyku düzeninin, en çok bu dönemde yitip gittiğini daha iyi anladım. Günün yirmi dört saatini, hiç yettiremedim. Hep eksik kalan, hep yetiştirilecek bir şeyler oldu. Muhtemeldir ki, daha önce de böyle oluyordu. Ne ki, gündelik hareketin içinde, o yapılacak işler, çabucak hep kendi yalnızlıklarına terk ediliyordu. Hem de hiç fark edilemeden…

Geçen yıl içinde, bir yakınımın elini tutmayı, bir sevdiğime sarılmayı hiç yapamadım. Bunları özledim. Düşünün bir; iki insanın birbirine sarılmasının duruş güzelliğini. Göğsümüzün sağ yanı boştur. Solda da yüreklerimiz bulunur. Sarılan iki insan, karşılıklı sağ boşluklarını birbirinin yüreği ile doldurur. O yürek çarpıntısını hissedersiniz. Birbirinize buradayım, seninle beraberim dersiniz. Bunu yitirdiğimizin farkına vardım. Adeta, “hasretinden prangalar eskitmek” gibi bir şey…

Müzik dinlemeye çalıştım. Her dinlediğim, beni unuttuğum anılarıma yeni baştan götürdü… Ne çok ömür törpüsü yüklemişim onlara…

Resim baktım. İnsanlık acılarına dair ve insanlık mutlulukları ve başarılarıyla bezenmiş. Biraz elimden gelir. Kendimce eskizler çizdim, kimi defter sayfalarına. Defterler ve içine şerh düştüklerimiz, yaşamın bir bilançosudur. Sonra sayfalarını karıştırdığınızda, kendinizin kendiniz olduğunu yeni baştan keşfedersiniz. Sırların mühürleridir defter işte…

Elli yıl önce, aynı okulda okuduğumuz, sınıflar paylaştığımız ve gençliğimizin ilk çağında ayrılıp, bir daha birbirimizden haber alamadığımız arkadaşlarımı buldum. O ne coşku ve güzelliktir ki, kaldığımız yerden, sanki hiç ayrılmamışız gibi yola devam edebildiğimizin güzelliğini tattım.

Kaybettiklerime, hiç yalansız, içimden çok ağladım. Yakınlarım, yoldaşlar, dostlar, arkadaşlar, tanıdıklar veya hiç tanımadıklar, bu kadar çok mu varmış. Hepsi için gözyaşlarım oldu. Şimdi yazarken bile içim katılıyor.

Şivam öldü. Kalp krizi geçirdi. Bir minik patiliyi, hayata döndürme öpücüğü nasıl verilir, kalbine masaj nasıl yapılır, bu dönemde öğrendim. Dört defa soluk aldı. Bana adeta sevgiyle baktı ve beşincisinde perde…

İnsanlarımızın sonsuzluğa karıştığı bir dönemde, bunu yazmamı insani bulun diye diliyorum. Acısı bir yakınımı kaybetmiş kadar, kor ateşlerde yaktı içimi.

Eşimle, hiç konuşmadığımız kadar konuştuk, dertleştik ve yalnızlıklarımızı paylaştık. Meğer ne çok konu varmış, lafın belini kıracak ve de yaşanacak.

UMUDA DAİR…

Umut ne güzel bir sözcüktür. Umut, bizi biz yapan ve varlığımızı sakınan, nasıl da güçlü bir silahtır. Umudunu kaybeden bir insandan daha yenik ne olabilir?

Hatay müzesinde, M.S. 65'te yaşamış ünlü düşünür Seneca’nın lahiti var. Üstüne deyişleri kazınmış. Seneca diyor ki, “Yeryüzünde gün ışığına layık olmayan nice insanlar var ama güneş her gün yeniden doğar”. Ne söz ama!  Güneşi görüyorsak, nasıl umudumuzu yitiririz. Seneca eklemiş: “Yaşıyorsak, hala umut var demektir.” Evet, hayatı kaybedebiliriz. Ne ki, hayatın anlamını ve insanlık düşlerimizi ayağa kaldıracak umudumuzu ve anlamını kaybetmek ilkinden daha acıdır.

Umuda dair yüreğimde ne mi saklıyorum…

Güneşli bir dünya umut ediyorum. Eşitliğin, özgürlüğün olduğu, “gecelerinde aç yatılmayan, gündüzlerinde sömürülmeyen”, adaletin hem kavramsal ve hem de yaşamsal olarak tecelli ettiği, insanca, kardeşçe, savaşsız ve barış içinde, doğayla dost, bütün canlılarla ortaklaşa paylaştığımız en güneşli dünyaya dair umudumu, hiç kaybetmiyorum. Tabii bir de toplumsal kurtuluş hülyasını.

Ne pandemi aldı götürdü bunları, ne de yaşadığımız depremler gömdü bunları…

Bir gün mutlaka…

ŞEY…

Anlam yükleyemediğimiz, tanımı bizim için belirsiz olan ve varlığını sezinlememize karşın, ifade edemediğimiz her ‘şey’, bizim için ‘bir şeydir’.

Erol Evgin’in, “İşte öyle bir şey” diye bir şarkısı vardı… Bir sürü duygu durumunun sonunda, “işte öyle bir şey” tümcesini adeta nakarat gibi yinelerdi o şarkıda…

Rahmetli Orhan Altınkurt Hocam da galiba bunun için “şeyin şeysi” sözcüğünü çok kullanırdı. Kısacası bir ‘şeysi’ hayattır yaşadıklarımız ve bu pandemi yılı, hep ‘şeyler’le dolup geçmiştir. Daha ne kadar ve ne yaşayacağımızın belirsizliğini içinde taşıyarak…

Şey sözcüğünün ne çok kullanımı vardır Türkçede. ‘İyi bir şey’, ‘kötü bir şey’, ‘güzel bir şey’, ‘öyle bir şey’… Sürer gider şeyler üzerine çeşitlemeler.

Bir yazı okumuştum. Yazarı kimdi, kimin paylaşımıydı hatırlamıyorum. Yazarı, “insanlar, ‘şeyler’ arasında ‘bir şey’ midir(?)” sorusuna yanıt arıyordu.

Yazıdan da esinlenerek vardığım sonuç şudur!

Yaşamın kendisi, bizi biz yapan, gerçekle bağımızı pekiştiren,  günlük yaşamın akışı içinde bize söylenen ‘ŞEY’lerle, o şeyin gerçekliğini arayışımız değil midir?

Ya da yaşadığımız şeylerin bize kattığı veya eksilttiği ‘BİR ŞEY'ler, bizi yoğurup şekillendirmiyor mu? İnsan olmayı ‘ŞEY’lerle ‘BİR ŞEY’ler arasındaki çelişkiden, çatışmadan öğrenmiyor muyuz, öğrenebildiğimizce...

Sonuçta Spinoza’nın dediğine geliyoruz galiba. “insan 'ŞEY'ler arasında 'BİR ŞEY'dir”... 

Bu şeysi yılının sonunda, ‘ŞEY’lerle ‘BİR ŞEY’ler arasında hep güzellikler, iyilikler, sahici dostluklar ve sınır bilmeyen sevgiler ve ‘toplumsal kurtuluşu’ sağlayacak, insani ve siyasi bir halk iradesinin örgütlenmesini diliyorum...

nuriabaci@gmail.com