Muhalefet partilerinde, sol kesimde 20 yılı bulan AKP döneminin sona ermek üzere, iktidarın el değiştirmesinin kaçınılmaz olduğu gibi bir yaklaşım genel kabul görmüşe benziyor. Adeta tartışma götürmez bir varsayım egemendir. Zaman zaman birbiriyle çelişse de benzer hükümler aynı anda savunulabiliyor. Belki de bu durum yaşadığımız çok boyutlu ekonomik, toplumsal, politik bunalımın, kaotik ortamın doğal bir sonucudur. Yine de bu türden hükümlerin tartışılmasında doğru olup olmadıklarının sınanmasında en azından kuşkuyla karşılanmasında yarar var.
İktidarın ömrü üzerine olanı sona bırakalım; güncel yakıcı olan bir soruya yanıt arayalım. Taliban’ın Afganistan’da kazandığı “zafer”in Türkiye’ye yansımalarına bakalım. Bu yeni ve hızlı gelişen durum kimi kesimlerde sevinç kimi kesimlerde ise üzüntü yarattı. “Zafer”i tırnak içine aldığıma göre henüz bir zaferden söz edilebileceğini sanmadığını da söylemiş oldum: Taliban ülkenin tümüne hakim değildir. İşgal ettiği kentlerde de iktidarını tam olarak kurduğu kuşkuludur. Taliban’ın savaşmayı bildiği söylenebilir ama bir ülke yönetmeyi öğrenmesi uzun sürecektir. İran karşı devrimi ile karşılaştırmak da doğru olmayacaktır; çünkü orada uzunca bir süre Mollalar sonra sert bir şekilde tasfiye ettikleri siyasi kadrolarla birlikte çalışmayı, hatta can düşmanları komünistleri bile takiye yoluyla kandırmayı başarmışlardı. Taliban bu konuda beceri gösteremiyor, gerçek yüzünü gizlemekte başarısız.
Türkiye’de Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesini sevinçle karşılayanlar ve Türkiye’de de benzer bir rejimin zamanının geldiğini savunan, zaferi baklava dağıtarak kutlayanlar oldu. İktidar partisi ile muhalefetteki Saadet Partisi de “Taliban’la anlaşmanın mümkün olduğunu, onların da müslüman olduğunu” söylediler. Gerçekte ise Taliban’ın zaferinin, hiç bir zaman birlik rüzgarı esmeyen, AKP Türkiye’sine de sanıldığı gibi pek muhabbetle bakmayan “İslam alemi”nde tartışmaları tetikleme ihtimali güçlendi. Çatışmasız, sürekli, istikrarlı dostluklar bu alemde görülen bir şey değildi. Şimdi de öyledir; daha dün Cezayir Fas’la diplomatik ilişkilerini kestiğini açıkladı. Gerçek ya da dikkatle, kuşkuyla izlenmesi gereken durum, Taliban Afganistanı’nın bölgede ansızın belirmiş bir terör devleti olarak işleri daha da karıştıracağıdır. Hapisteki tüm teröristleri, rakip IŞİD hariç terör örgütlerini serbest bırakan, “militanlarımız kadın görmeye alışık değil o nedenle Nisa taifesi sokağa çıkmasa iyi olur, zina yapan stadyumlarda recmedilir, demokrasi de neymiş, bize uymaz” diyen ve BM raporuna göre toplu kıyımlara başlamış olan Taliban’la anlaşmazlıklara yeni ve belalı bir öge daha eklenmiş oldu.
Taliban İslam Aleminin ortak paydası olan “Batı ile, emperyalist ABD ve AB ile iyi ve kârlı ilişkiler” ilkesini zedeleyebilecek yeni durumun adıdır. ABD’nin Taliban’ı kendi icadı da olsa ehlileştirmesi, silahla beceremediğini yaptırımlarla başarması uzun sürecektir.
Öyleyse İslam ortak paydasının anlaşmak için yetersiz olduğunu söylemekle yetinelim; gerçekte Taliban’ın “zaferi” sanıldığının tersine şeriatçılar ve siyasi olarak tükenme belirtileri gösteren, kitle ve seçmen desteği azalan AKP için tersine dönen bir dünyayı haber veriyor.
***
Türkiye’nin İslam ülkeleriyle düşmanca olmayan ama mesafeli ilişkisini terk eden ve neden böyle bir duyguya kapıldığı anlaşılmayan “ağabey”, “önder ülke” “İslam alemini birleştirecek güç” olarak ortaya çıkma iddiası ve çabası içindeki AKP de, Kabil Havalimanını terketmek gibi yeni zorunluluklar ışığında artık o eski rüyayı görmüyor olmalıdır. Libya’da destek görmeyen NATOculuk, Mısır’la devletlerarası ilişkiler yerine içişlerine karışmak olarak anlaşılan tutum, Katar’la hesapsız kitapsız derin, Irak’la sınır ötesi harekatlar nedeniyle kötüye giden sığ, Suudi’lerle iyileşme belirtileri bile göstermeyen ilişkiler, hepsini saymaya gerek var mı bilmiyorum, durumun vahametini göstermeye yetmez mi? Öyleyse liderlik ya da alt kademeleri heyecanlandıran Hilafet rüyalarına son vermek gerekecektir.
***
Taliban’ın zaferinin bir diğer ters etkisi de yukarıda sözü edilen “sıra bize geldi” duygusu ve sevinci ile ilgilidir. Öyle anlaşılıyor ki beklenenin tersine laikliğin önemi daha fazla öne çıkmış, laikliği fazla dert etmeyen kesimler de kendilerine gelmeye başlamışlardır.
Türkiye’de kafası karışık, eski reflekslerini terk etmekte zorlanan liberaller ve iktidara yapışık kesimler için bile laikliğin öneminin hızlı bir şekilde su yüzüne çıktığı söylenebilir. Örneğin Sabah grubunun, -sahi iktidar partisinin hangi takımına dahildi bu grup- Başyazarı Mehmet Barlas laikliği yeniden keşfetti. Tamam fazla ciddiye almak gerekmez ama Barlas bile “gelişmeler iyi değil, laiklik yanlıları yeniden güç kazanıyor, şeriatçılık propagandasına biraz ara verin, Taliban’ın zaferi sizi yanıltmasın, onların ılımlı olduğuna kimse inanmaz, bu türden bir algı yaratmaya yeltenenler fena kaybederler, tamam sokakta içilmesin ama evde isli viski içilmesine de karışılmasın, o kadar Talibanlık da fazla artık” demek istiyor olabilir. Ama o kadar, okuduğumuzu kendimizce yorumlamakla yetinelim, daha öteye geçmeyelim. Bu konu, isli viski değil Taliban konusudur ve besbelli parti içinde de heyacanlı bir tartışma başlamıştır. Buradan bir başka soruya geçebiliriz. AKP içinde gerçekten farklı gruplar var mı?
Parti içinde farklı kesimlerin varolduğu ve yavaş yavaş kendilerinden söz edilmesini gizli bir sevinçle karşıladıklarını gözlemek mümkün. Adı geçenlerin bir kısmı kuşkusuz hayal görüyor, olsun hayal görmek bile onlar için önemlidir; en azından gelecek için yatırım neden kötü olsun ki. Yatırım hem gelecekte siyasette varolma imkanlarını artırır hem de muhtemel tehlikelerden sakınma kapısını açar. Ama bu konuyu abartıyor da olabiliriz.
***
Dedikoduları abesle iştigale, “onurlu bir geri çekiliş için pazarlık yapılıyor” türünden uydurmalara kadar tırmandıranlara aldırmamakta yarar var; görünen yalnızca güç yitiminin tam olarak tanımlayamadığımız siyasi sonuçlarının yakında kendini göstereceğidir. Bu güç yitimini kesin bir yargıya, hükme dönüştürmek doğru olmayacaktır. Bir iki noktayı kuşkuyla karşılamak daha iyi. Bunlardan ilki iktidarın artık uzatmaları oynadığı, seçimleri kaybetmesinin tartışılmaz bir gerçek olduğu iddiasıdır. Hâlâ yüzde 30’larda sabitlenmiş bir oy tabanı ve yüzde 40’ları bulan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına “evet” diyen bir kitleden söz ediyorsak, “gittiler, gidiyorlar- bittiler, bitiyorlar” algısının muhalefete değil iktidara yarayacağını görmek daha gerçekçi olmak demektir. Artıları eksileri umutlara, gönülden geçene göre değil, nesnel olarak saptamak, bir değişim olacaksa bunun kendiliğinden gelmeyeceğini bilmek daha doğru olmaz mı?
***
Her zaman kuşkuyu öne almakta yarar vardır. Bilim kuşkuyla gelişir denilmiştir; siyaset de öyledir, hatta siyasette kuşku daha da önde olmalıdır. Kuşkularla sezgiler bir araya geldiğinde gerçeğin rengi değişebilir. Kuşkunun izini sürmekte, öngörüleri iyimserliğin ya da karamsarlığın gölgesinden kurtarmakta yarar var. Sezgileri de yabana atmamalı. Örneğin ben bu yazı için kaynak arar, siyasetle ilgili kitaplara bakarken gözümün neden iki de bir “18 Brumaire”de takılıp kaldığını kendime açıklamakta zorlanıyorum.