Anti – otomobilizm

Böyle bir sözcük yok tabii. Olsun, otomobilifili de yok. Olmayınca iradeye yükleniyoruz: Yazınca oluyor...

İradeye daha acımasızca yüklenebildiğimiz talebelik günlerinde, sıkışık trafiğin ortasında, belediye otobüsünün arkasında, köprü yollarında da tıkanıp kaldıysak bilhassa, dışarı bakıp bakıp öfkelenirdik. Jilet yapacaktık işte şu otomobillerin hepsini! (O kadar jileti ne yapacağımız belli değil tabii.)

Olmadı... yol alamadık o konuda, sıçrayamadı irade, sağlam çıktı düşman ve objektivite. Jilete yol vermediler, onun yerine jilet gibi yollar yapıverdiler. Kedileri ve köpekleri ezmekle kalmadılar, doğayı ve ağaçları da jilet gibi kesip biçtiler. Otomobilin (otomobil görünümlü sermayenin) iktidarını daha da güçlendirdiler.

Jiletten başka, metal sanayinin diğer kolları da gelebilirdi tabii ki aklımıza. (Ulaşımla bağlantılı olsun diye, bisiklet, demiryolu ve havayolu bilhassa. Kısa ve orta mesafede ilki ve ikincisi, uzun yolda üçüncüsü, bir yerden başka bir yere gidebilmek için kâfi. Ne olursa olsun, otomobili hepten ortadan kaldırabilmeli!) Maksat jilet üretmek değildi tabii ki, asıl amaç bu israfa, sermayenin akıldışı bu yatırımına son vermek için neler yapılabileceğiydi. Güvenli, insana, topluma ve doğaya çok daha uygun ulaşım yöntemleri varken, kaynaklar çok daha akılcı bir şekilde kullanılıp ulaşıma dair çok daha esaslı, kamucu/eşitlikçi çözümler üretilebilecekken, bu çileyi ve saçmalığı çekmek niye? Niçin bekliyoruz bu keşmekeşin ortasında iki saat durduk yere?

Bay Gilette’den mösyö Guillotin’e büyüyordu öfke… (Mister Gilette’i tam bilmiyoruz da monsieur Guillotin gayet hümanist biriymiş ve giyotini de insani bir amaçla keşfetmiş aslında. Richard Sennet’in aşağıda da alıntılayacağımız “Ten ve Taş” adlı kitabında öyle anlatılıyor en azından.  19. yüzyılın başında insanlar işkencelerde uzun uzun acı çekmeden bir an önce öldürülebilsin, infaz daha sancısız gerçekleşebilsin, engizisyon dönemi acımasızlığı aşılabilsin diye keşfetmiş giyotini.)

Her neyse, maksat biraz da devrim sonrasına dair fantezi olsun. Ama somut bir durum da var ortada: Otobüsün içinde sıkışık tepişik bekleşen onca insana karşı, dışarıda beş kişilik arabada tek başına şoför koltuğuna kurulanlar var. Baktıkça sinirleniyor otobüste duranlar! Bu akıl dışılığı ve yığılmayı görüyorlar. İhtiyacı yakından/yakıcı hissediyor, müdahaleyi daha kesin/keskin tarafından öngörüyorlar....

Ama dediğimiz gibi, olmadı.

Meşhur İngiliz rock grubu Queen’den “I’m in love with my car” (“Aşığım arabama ulan”) şarkısını dinleyip otomobil karşıtı yazı yazmaya çalışırsanız zaten, olmaz.

“Ulan”daki kabalığı ve çeviri hatasını boş veriniz, şarkıya geliniz. (*) Niye aşık olmuş arabasına eleman? Kaportası ayrı güzel, karbüratörü ayrı şahane olduğu için mi? Hele şu iç tasarımının ferahlığına, koltuklarının rahatlığına ne mi demeli?! Motorunun sesi ve direksiyonunun hem sağa hem sola dönebilmesi de cabası! Müthiş bir sürüş deneyimi, maceranın ve özgürlüğün öbür adı... Sahi şanzımanı hepten dağıtmışken, reklam cümleleri gelebilir mi insanın aklına böyle?

Motorunuzun yağını yiyim yapmayın böyle… İnsan hiç aşık olabilir mi otomobile? Karıştırabilir mi gerçek bireysel özgürlükle, bireyciliği ve özgürlük yanılsamasını?

Rivayet odur ki Brecht’in otomobil hayranlığı varmış, bu gereksiz aracın ilk ortaya çıktığı dönemlerde. Reklamlarını yazmaya bile talip olmuşmuş. Bugünü ve yaşadığımız distopyayı (ön)görememiş demek. Ya da teknolojik ilerlemeyi, makine hayranlığını vb. abartmanın doğal bir sonucu. Nâzım’ın “trum tiki tak makinalaşmak” isteği ve şiiri de gelebilir akla, her neyse, “sakat” bir durum var ortada sonuçta.

Otomobile tav olmak yerine sağlam bir “anti-otomobilizm” felsefesi de çıkarabilirdi halbuki ortaya. Sahip olduklarımızın bize sahip olmasını, şeyleşmeyi, metaların hayatımızı kuşatmasını, yabancılaşmayı, atomlaşmayı, yavaşlığa karşı hız zorlamasını ve epik farkındalığı vb. anlatırken otomobilden de iyi örnek olurdu. Bunun için aradan bir hayli zaman geçmesi, akıl dışılığı daha yoğun yaşamamız gerekiyormuş demek ki.

Karbon salınımına, fosil yakıt tüketimine, “ekolojik ayak izinin” ekspres yollarda bıraktığı devasa lekelere falan girmeye bile gerek yok. Önemli konular ama o hattan sistem içi çözümler çıkıyor genelde. Meselemiz “kişisel alışkanlıklar”da,  “tüketim eğilimleri”nde “kurumsal iyileşmeler”de vb. değil, sistemin özünde/künhünde. 

Meselenin nereden aklımıza geldiğini belirtmek ve kültürel ve ekonomik uzanımlarına değinmek üzere, üç adet uzunca alıntı yapalım önce. Biraz önce adını andığımız kitaptan, Richard Sennett’in “Ten ve Taş”ından (**):

“Eğer varoştaki bir alışveriş merkezi havalandırmalı bir konfor içinde şiddetin keyfini çıkarmak amacıyla bir araya gelinen bir yer oluyorsa, insanları parçalı mekânlara taşıyan bu büyük coğrafi kaymanın, elle tutulur gerçeklik hissini zayıflatma ve bedeni pasifleştirme konusunda daha da büyük bir etkisi olmuştur.

Bunun böyle olmasının nedeni en başta, yeni coğrafyayı mümkün kılan fiziksel deneyimdir, hız deneyimidir. İnsanlar bugün atalarımızın hayal bile edemeyeceği hızlarda seyahat ederler. Otomobillerden kesintisiz uzayıp giden dökme beton otoyollara kadar uzanan hareket teknolojileri insan yerleşimlerinin sıkışık merkezlerden çevre mekânlara genişlemesini mümkün kılmıştır. Böylece mekân salt hareket amacının aracı haline gelmiştir – artık kent mekânlarını onların içinde araba kullanmanın, onlardan çıkmanın ne kadar kolay olduğuna bakarak değerlendiriyoruz. Bu hareket güçlerine esir olmuş kent mekânının görünüşü zorunlu olarak nötrdür: Sürücü arabasını, ancak kente özgü dikkat dağıtıcı özelliklerin asgariye inmesi sayesinde güvenle sürebilir; iyi araba kullanmak standart işaretler, ayrım çizgileri, drenajlar ve ayrıca diğer sürücüler dışında sokak hayatı olmayan sokaklar gerektirir. Kent mekânı salt hareketin bir işlevi haline geldikçe, kendi içindeki uyarım kapasitesini de yitirir; sürücü mekânın içinden geçip gitmeyi ister, onun tarafından uyarılmayı değil.” (a.g.e, s. 13)

“Kendi döneminde yaşayan başka birçok kişi gibi E.M. Forster için de modern hayatın temel gerçeği hızmış gibi görünüyordu. Romancıya göre değişimin hızının en özlü ifadesi otomobillerin ortaya çıkışıydı. ‘Howards Ends’ bu yeni makineyi aforoz eden ibarelerle doludur.” (a.g.e., s. 290)

“Pahalı, yanıltıcı ekspres yolların otomobil sürme deneyimini hiçbir dirençle karşılaşılmayan başlıbaşına bir haz haline getirdiği düşünülüyordu. Moses, otoyollar ve ekspres yollardan oluşan bu sistem sayesinde insanların şehrin verdiği stresleri kafalarından atabileceklerine inanıyordu (...) Hız, kaçış, pasiflik: Yeni kent ortamı Harvey’nin keşiflerinden bu üçlüye ulaşmıştır.” (a.g.e., s. 326 ve 329)

Zamanında “Omurgayı Çakmak” adlı kitapta “popüler kültür” üzerine bir tartışma yürütmeye çalışırken, “hız, güç ve gösteriş” kavramlarına özellikle vurgu yaparak, örnekleri de sinema ve otomobil dünyasından seçmiştim. Tren yoluyla ulaşım ile otomobille ulaşımı, Hollywood filmleri ile Angelopoulos sinemasını (ilkinde sosyalleşme, ikincisinde hıza karşı düşünme fırsatları sunabilme yönleriyle) karşılaştırırken, bu üçlü – hız, güç ve gösteriş – ön plana çıkmıştı.

Hollywood estetiğini hiç karıştırmadan otomobile yüklenildiğinde, hız-kaçış ve pasifliğin altının çizilmesi dikkatimi çekti şimdi. Otomobilin toplumu, hayatı ve insanı dışlayan yapısı… Şehre, daha doğrusu gerçek yaşama, insanlara ve sokağa bulaşmadan izole bir biçimde geçip gidebilmesi... İnsanlar arasında sosyallik olanağı da açan kamu taşımacılığına karşı ilk elden bir özgürlük yanılsaması üretip sonra bireyciliğe abanması…  “Özgürlüğün tadına varıp stres atmak için ekspres yollar, otoyollar var şimdi ne güzel” diye zavallılaşan insan aklı...

Kültürel boyutlarını bir kenara bırakıp ekonomisine dönüp baktığınızda, otomotiv sanayinin ve lobisinin gücünü, onun enerji kaynaklarıyla, akaryakıtla ve ötesinde “petrolün jeopolitiği” ile iç içeliğini vb. kim inkar edebilir ki? Küçücük bir örnekçik; şehirlerarası otobüs taşımacılığı ve ona sürekli yeni araç üreten Alman devi Mercedes’in gücü, bazı demiryolu hatlarının yenilenmesini, örneğin Ankara-Adana hattının iyileşmesini bir dönem engellememiş miydi?

Yakın tarihimize baktığımızda, montaj sanayisinin de, ithal ikameciliğin de motoruydu otomotiv; ucuz emek gücüyle yedek parça üretimine geçince, ihracata dayalı birikim rejimi içinde de önemini korudu. Şimdi iki taraflı ilerliyor; orta segmentte ihracat, lüks segmentte ithalatla yürüyor emin adımlarla yolunda. Yeni yol ihaleleri de hemen yanında... Koç’a, Sabancı’ya, Doğuş’a asıl gücünü verdi, Özalizm, köprü inşaatları ve otoyollarla desteklendi… Bugüne geldiğimizde, “İnşaat ya resulallah”ın kankası.  Dahası, “Otoyol ve otomotiv ve akaryakıt ya resulallah”! Hadi konut inşaatından çıkıp otomobilimize binip denklemin içine alışverişi ve perakende inşaatını da katalım; “AVM ya resulallah”! Bu üçü zaten hep bütünleşik değil mi ya resulallah?! Oto-Konut-AVM-Oto-İş-Oto-Konut yaşamı bu. Çok kollu.

Uzattık. Böyle ahtapot gibi uzamasaydı, her yanımızı sarmasaydı, hayatımızı ve doğayı kuşatmasaydı, motorize cinayetlerle sonumuzu ve hatta dünyanın sonunu hızlandırmasaydı...  ne kadar “fantastik” olursa olsun, bu denli büyümeden zamanında jilet yapabilseydik yani, iyiydi!..

---

(*) Buyurun buradan deneyin yahut dinleyin: http://www.youtube.com/watch?v=oaEM4JYFPfw  

(**) Richard Sennett, “Ten ve Taş - Batı Uygarlığında Beden ve Şehir”, çeviren Tuncay Birkan, Metis, 4. Basım, Mart 2011