Kurmaca/kurgu yapıtlarına ve hatta kuram kitaplarına göre daha sahici geliyor bana özyaşam öyküleri, anılar, biyografiler, mektuplar, gezi notları, nehir söyleşiler ve benzeri “hayatın içinden” gelen anlatılar. Özellikle de otobiyografiler ve anılar tabii.
Onlar kurguya ve kurama göre daha hakiki görünürken, onların içerisinde de özellikle çocukluk/gençlik döneminin anlatıldığı ilk bölümler, diğer bölümlerden daha sahici sanki.
Neden mi?.. Görebildiğim, süzebildiğim kadarıyla şu gibi nedenler var ortada:
Diğer bölümlerde olaylar aktarılır, tanıklıklarla birlikte “yeni bilgiler” verilirken, işin içine bir miktar “diplomasi” ve olaylara kendi merceğinden bakmanın getirdiği “kırılmalar” girebiliyor; çocuklarda/çocuklukta ise hisler ve duygular ön planda. Bu da samimiyeti ve sahiciliği artıyor.
“Yeni bilgi” dedik. Evet, çocukluk/gençlik dönemi anlatıldıktan sonra gelen ilk birikim, arkadaş çevresi, üniversite, üretim (eserler, tezler); eylem, siyaset, görüş ayrılıkları, örgütler, evlilik, emeklilik vb. dönemlerinde daha çok “bilgilenme”, “önemli tanıklıklar”, “portreler”, adlı adınca “dedikodular” ve tabii ki “tarih” öne çıkıyor. Kendimizle pek paralellik kuramayacağımız, bilgi ve söylentinin öne çıktığı, okurla belli bir mesafe oluşturan konular bunlar. Çocukluk/ gençlik dönemlerinin anlatıldığı bölümlerde ise yaşananları okur olarak kendimizle, kendi çocukluğumuzla karşılaştırma imkanı daha fazla öne çıkıyor. Bir yanda özdeşleşme, diğer yanda farklılıklar. Bu da sahiciliği artıran bir diğer unsur.
İlk anıyı/anıları hatırlama ve onun çevresinde hayal meyal de olsa bir gerçeklik kurma girişimi de bu karşılaştırmalar dünyasında önemli bir yer tutuyor. Anılarını okuduğumuz “o kişi”, ilk olarak üç, dört yaşından bir anısını hatırlıyor mesela; sıradışı, çok üzüntülü ya da gülünç bir olay - bir kutlama, yangın, deprem, ayrılık, ölüm, travma, kaza, taşınma vb. vb. Siz okur olarak ilk nereye, hangi “mühim” olaylara gidebiliyorsunuz peki?
Anılarını okuduğumuz yazarın, hocamızın, edebiyat/düşün dünyasının değerli bir aklının vb. yetişme ve tabiri caiz ise “oluşma” koşullarını görmek, çocukluğun garip olayları ve gülünçlükleriyle karşılaşmak da farklı ve sahici bir etki yaratıyor. Bir romanda ne kadar ustaca kurgulanıp anlatılırsa anlatılsın, somut koşulların ve olayların çıplaklığı, bunun çocuk bilincinde yarattığı etki ve bu etkinin geleceğe uzanması bambaşka.
Tabii, çocukluk ve gençlik diyince eğitim de ön planda. Bugün sahip olduğumuz olanaklar ile bundan 60, 70 yıl önce varolanlar akla başka türlü sorular getirebiliyor.
Özellikle de 1930-60 kesitine uzanan anılar, bugün neredeyse bir “hayal”e dönüşen, Cumhuriyet döneminde ise tüm çocuklara sunulan eşit ve parasız eğitim olanaklarını anlamak için çok değerli birer kaynak. Afaki konuşmayalım, somut kaynaklar gösterelim dilerseniz. Halen okumakta olduğum Nermin Abadan Unat’ın “Kum Saatini İzlerken” adlı anı kitabı, altı ay kadar önce okuyup bu köşede de tanıttığım Ergun Türkcan’ın “Türkün Memuriyetle İmtihanı ya da Hayat-ı Kırtasiyem” adlı çok yönlü ve keyifli hatıratı, birkaç yıl önce okuyup başka yazılarda tanıttığım Ülkü Tamer’in “Yaşamak Hatırlamaktır” ya da Ahmet Say’ın “Ağaçlar Çiçekteydi” kitapları veya on yıl kadar öncesinden gelen Adnan Binyazar’ın “Masalını Yitiren Dev” adlı anı-romanı: Tüm bu yazar ve akademisyenlerin anılarında, Cumhuriyet döneminde büyük yoksunluklara rağmen eğitim alanında yaratılan fırsatların önemi hep kendini gösteriyor.
Eğitimle birlikte yoksulluklar ve yoksunluklar da, bilhassa gençlik ve çocukluk çağında ön planda. Yine başka yazılarda tanıttığmız, Doğan Özgüden’in “Vatansız Gazeteci”si de eğitim olanaklarıyla birlikte yoksunluklara işaret eden yapıtlardan bir diğeri. Anadolu’daki olanaksızlıklar içerisinde böylesine sıradışı zihinlerin yetişmesi, bilhassa İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki kıtlık ve bunun etkileyici tasvirleri tüm bu kitaplarda önemli bir yer tutuyor. Adnan Binyazar’ın kardeşiyle birlikte karşılaştığı büyük acılar ve yokluklar, İdris Küçükömer’in öğretim hayatı boyunca bir ikincisi olmadığı için hep aynı ceketi giyinmesi, Nermin Abadan Unat’ın evde elektrik/ışık olmayınca kaldığı kentin umumi tuvaletinde ders çalışması gibi onlarca örnek arasında, yine de, tüm bu değerli zihinlerin kamucu/ sosyal ve görece eşitlikçi eğitim ve öğretim imkanlarından yararlanabilmesini görüyoruz.
Anıların çocukluk bölümünden çıkıp bugüne uzanabilecek bir “siyasi ders” o halde: Bu en doğal ve yaşamsal hak için, çocuklarımızın geleceği için, bugün de sonuna kadar mücadele etmek gerekliliği!
Eğitim şartları, çocuklara sunulması gereken eşit olanaklar ve yoksunluk manzaraları dışında, anılarda özellikle gençlik yıllarının anlatıldığı bölümlerden fışkıran, farklı dönemleri ve kişileri anlamamıza katkıda bulunan daha birçok etkileyici bölüm var. Örneğin edebiyatçıların buluşmaları, dönemin değerli lise hocaları, sonradan siyasete yönelenlerin ilk örgütlenme toplantıları, aykırı tanışıklıklar, portreler vb. Ve yükselen sanatlar, en çok da sinema galiba. Hemen her yazar, izlediği, kendinde etki yaratan filmleri, beğendiği oyuncuları anlatıyor anılarında. (Sinemanın çok daha merkezi yer tuttuğu bir isim ise Ülkü Tamer. Antep’te sinema ve futbolla iç çe gelişen çocukluk ve gençlik günleri adeta bir ‘Cinema Paradiso’ havasında.)
Anne ve babayla (çoğu zaman da onların erken kaybıyla); akraba ve komşularla, öğretmenlerle ilişkilerin çocuk üzerindeki etkileri bir yana; ilk kitaplar, arkadaşlar, arkadaşlarla haylazlıklar, ilk bilinçlenmenin ögeleri, deyim yerinde ise “sosyalizme giriş kapıları”, Nâzım Hikmet’in ya da Hikmet Kıvılcımlı’nın etkileri vb. “eski tüfekler”in anılarında daha fazla ön planda. Evvelsi yıl kaybettiğimiz Orhan Suda’nın “Bir Ömrün Kıyılarında” yazdıkları, bu bakımdan bir hazine.
Suda’ya göre daha yakın dönemleri anlatan Gün Zileli, hatıralar dizisinin ilk kitabı olan “Yarılma”da, anılarını daha çok sol içi bir hesaplaşma bağlamında kaleme alırken, çocukluğunu anlattığı ilk bölümlerde İstanbul’da Boğaz sırtlarında geçen günlerin romansı atmosferini de yansıtıyor (Ve cinselliğin keşfi ile yaşanan maceralar, en çok Zileli’de öne çıkıyor). Eski İstanbul’da, Rumlar ve Ermeniler’le iç içe yaşananlar, 6-7 Eylül öncesi ve sonrası, çoğu anı kitabında önemli bir diğer tartışma başlığı.
Evet, yaşadığımız şehirdeki büyük değişimi şaşırtıcı örneklerle anlamak için de, anıların çocukluk ve gençlik bölümlerinde birçok ipucu var. Örneğin İstanbul’da Kadıköy’ün ya da Boğaz kıyılarının nasıl değiştiğini Ergun Türkcan’ın, Sencer Divitçioğlu’nun ve Gün Zileli’nin anılarında çok renkli öykülerle takip etmek mümkün. Ya da özellikle daha yakın tarihimizi, 60’ları, 70’leri ve 80’leri anlatan, farklı sol ve devrimci hareketlerden gelen kişilerin anılarında (Mahmut Memduh Uyan [“Kardeşim Hepsi Hikaye”], Yaşar Ayaşlı [“Yeraltında Beş Yıl”], Mehmet Hakkı Yazıcı [“Koca Bir Sevdaydı Yaşadığımız”] vb.) Ankara, Mersin, Adana gibi şehirlerde yaşanan değişimi , Karadeniz, Anadolu ve Güneydoğu’daki mücadeleyi, devrimci gençlerin halkla, mahalle(li)lerle hemhal olabilmesini ve sonrasında “darbe”yi ve geri çekilişi yakından izlemek...
Ve böyle böyle ilerlerken, gençlik günlerinden, mücadelenin boyutlandığı daha ileriki dönemlere geçmek!.. Sonrası, başka yazıların konusu, girmeyelim şimdi.
Bitirirken bir de “özel” kitap tavsiyesi mi? E, o kadar isim ve kitap saydık, hepsi “özel”, hepsi kolektif hafızamızın bir başka değeri, daha ne diyelim, okuyun gari...