Amiraller bildirisi, pandemi darbesinin gölgesinde

Amirallerin bildirisi fırtına koparıyor. Tabii bu fırtınanın analizi birkaç günde bitmeyecek. Ergenekon’u, Balyoz ve Casus davalarını görmüş bu memleket, hem bildirinin ve hem de emekli amirallerin akıbetinin ne olacağını, daha epeyce izlemeye devam eder.

Ne var ki, amirallerin çağrıcı sayıldığı ‘yeni darbecilikten’ ya da ‘darbe imacılığından’ daha önce, pandemi esas darbeyi yapmış görünüyor. 7 Nisan itibarıyla 54 bin pozitif hasta (vaka) var. Pandeminin başlangıcından bu yana dünya birinciliğini halen egale edememiş olmamakla beraber, Mehmet Ceylan Hocanın (Bilim Kurulu üyesi) ifadesiyle, Hindistan (100 bin) ve Fransa'nın (60 bin) ardından üçüncülük tahtına oturmuş bulunuyoruz.

Tam kapanmadan, yarı kapalı mücadele taktiklerine kadar, her türlü '‘ne yapacağız (?)'’ tartışmaları, sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada yapılıyor ve kısa erimde de bitecek gibi değil.

Pandemi darbesine karşı ne yapmak gerekir sorusu, en yakıcı sorun olarak ortada duruyor. Dünya Sağlık Örgütü, hâlihazırdaki verilerden hareketle, pandeminin sonlanmasını yeniden ölçeklendirmiş durumda. Yüksek gelirli gelişmiş ülkelerde pandeminin önünün 2022 başında alınacağını hesaplıyor. Orta gelir ülkelerinde bunun 2023 sonuna uzanacağı öngörülüyor ve düşük gelirli ülkelerde ise 2025 ve daha sonrasına vurgu yapılıyor. Bu manzaranın, aşı temini ve lojistiğiyle ilgili olduğu hususu da araştırmanın temel çıkış noktası. Kısaca, aşı üretim kapasitesine sahip az sayıda ülkenin ürettiği aşılar ile 7.5 milyarlık dünya nüfusunun eşit ve hızlı biçimde aşılanmasının mümkün olamayacağı, aşının büyük bir rant kapısı olduğu ve pandeminin de yeni mutant örnekleriyle, dünyada darbe yapmaya devam edeceği, sağlıkçılar ve bilimciler bakımından üzerinde ittifak edilen olgu olarak ortada duruyor.

Geriye kalan nedir? Maske, mesafe ve hijyenik temizlik. Bunun yanı sıra, aşılamanın en hızlı biçimde örgütlenmesi ve yaygınlaşması ve ülkelerin yerel koşullarını da dikkate alan kapanma düzenlemelerini oluşturma basiretine sahip olması, eldeki tek mücadele silahı. Kuşkusuz ülkelerin, vatandaşını, ekonomik ve sosyal ihtiyaçları bakımından tam destekle de ayakta tutmasıyla bu pandemi darbesi alt edilebilecek.

Bu yazılanlarda, bilinenler dışında, hiç yeni bir şey yok. Ve bu genel reçetenin hayata geçirilişinde de dünya çapında söz konusu olan başarısızlıklarda ya da aymazlıklarda da değişen bir şey yok.  

O nedenle, amiral bildirisinden ziyade, pandemi darbesi, bu memlekette çok daha önde gelmektedir. Ama toplumu da büyük ölçüde ilgilendirecek ve hatta ayağa kaldıracak gündem değişiklikleri de yapma, bir o kadar önemli bir biçimde sürdürülmekte ve kovalanmaktadır.

AMİRALLERİN MONTRÖ BİLDİRİSİ

Geçen yıl ve son yazdığım yazı dâhil, Montrö değinmelerinde bulunduğum dört yazım bulunuyor. Montrö tarihçesine ilişkin değinilerim dışında, ‘Amiraller bildirisi’ ile gelişen yeni durum, belki de bir kez daha Montrö’nün yazılmasını zorunlu kılıyor.

Cumhur Reisi’nin uluslararası sözleşme iptal yetkisi kullanma başlığından başlayan bir süreçtir bizi ‘Amiraller bildirisi’ne getiren. Meclis Başkanının bir soruya cevaben Montrö Sözleşmesi'ni Cumhur Reisi’nin feshedebileceğini söylemesi fitili ateşlemiştir.

Sözleşmenin kendisinin ortadan kaldırılması yanında, İstanbul Kanalı’nın açılmasının da gündemde sıcaklıkla tutulması, başımıza ne işler gelirin hesabını yapan yorum ve eleştirilere gark olmuştur.

Öncelikle şunu vurgulamak gerekirse, tek başına İstanbul Kanalı açılışı, Montrö’yü ortadan kaldırmaz. Zira Montrö bir bütünü içermektedir. Sözleşme, Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve Karadeniz Boğazı'nı (Montrö’de İstanbul Boğazı bu isimle geçmekte) içermektedir ve her üç deniz alanında değişikliği içermediği sürece ve taraf olan devletlerden bir itiraz söz konusu olmadığı müddetçe de Montrö yürürlükte kalabilir.

Çok açıkça vurgulamak gerekirse, Türkiye’nin tam denetim hakkıyla elinde tuttuğu bu sözleşmeden Rusya kendi güvenliği anlamında memnundur. Buna karşın, dünya üzerindeki durumunun aksine Karadeniz’de istediği sayı ve tonilatoda donanma gezdiremeyen ve Türkiye iznine tabi olan ABD, durumdan hiç memnun değildir.

Sovyetlerin dağılmasından sonra, Rusya, federasyon olarak bir araya gelse bile Karadeniz kıyılarındaki eski deniz sahil sınırlarını kaybetmiştir. Ukrayna ve Gürcistan, Rusya bakımından önemli kayba neden olan sahil şeritlerinin şimdiki egemen devletleridir. Bu anlamda, ‘Kırım'ın ilhakı’ meselesinin de hem içerik olarak ve hem de bağlam olarak, yani, çok önemli bir neden olarak bu çerçevede kavranması gerekir. Rusya’nın rahatsızlığının nereden geldiği okumasını şöyle yapabiliriz: Eskinin Varşova Paktı üyeleri olan Bulgaristan ve Romanya hem AB ve hem de NATO’ya üye kılınmıştır. Ukrayna ve Gürcistan’a NATO üyeliği sözü verilmiştir. Türkiye başından itibaren bir NATO KARADENİZ ülkesidir. Boğazlar da Rusya’nın Akdeniz’e inebileceği tek su geçitidir. Hepsi yekûn alındığında, ABD’nin Karadeniz’e diğer NATO donanmaları ile beraber girmesini sınırlandıran Montrö’nün şimdiki statüsünün korunması, Rusya için yaşamsal bir öneme sahiptir.

ABD, Karadeniz’e kıyısı olmayan bir ülke olarak ve Atlantik İttifakı'nın reisi olarak Karadeniz’de de hem bayrak göstermek ve ittifak üyesi ülkeler vesayetçiliği ile Karadeniz zenginliklerinden yararlanmak istemektedir. Diğer yandan, yalnızlaşan bir Rusya üzerine de hem siyasal, askeri bir baskı kurmak ve hem de Rus gazının Avrupa’ya akışını, özellikle de Almanya ve Rusya arasında, bu gaz tedarikine ilişkin yakınlaşmanın önünü kesmek istemektedir.

Türkiye bu anlamda hükümran devlet olarak kritik bir role sahip görünmektedir. Barış ikliminin sürdürülür olduğu bir Karadeniz statüsü, öncelikle Rusya’nın çıkarına olduğu gibi, Türkiye’nin de, Rusya ile ilişkilerini normalize eden bir turnusol kâğıdı işlevini görmektedir. Montrö statüsünün, şu ya da bu nedenle bozulması ise, Türkiye’nin tasarrufunda bulunan tüm kartların yeniden karılacağı ve farklı dağıtılacağı bir kumar masasına dönüşme riskini içermektedir.

ABD’nin Montrö’de değişiklik yapma isteği yeni değildir. 1950’lerden beri yürürlükte olan planı Saros Körfezi'nde, Çanakkale Boğazı'na paralel açılacak bir kanalla, bugün İstanbul Boğazı'na paralel açılması öngörülen İstanbul Kanalı, ABD haritalarında vardır. İstanbul Kanalı'nın eski ABD haritalarında olduğu gibi Çatalca’dan açılacak olması tarihsel anlamda da ilginçtir. Sevr haritasında Osmanlı’nın ve İstanbul’un sınırı da Çatalca’dan geçmektedir.

Kısaca tek başına bir İstanbul Kanalı Montrö’yü yıkmaz. Ne ki Karadeniz ekosistemini bozabilir. Deprem fay hatları bakımından sorun oluşturabilir. İşin bilimsel tarafıyla ilgili yazılan raporlar bunlara derinlemesine işaret etmektedir.

İstanbul Kanalı ile ilgili başka ilginç bir husus daha vardır. Ticari geçişlerin düzenlenmesini değerlendiren ÇED raporunda Saros Körfezi'nden paralel diğer bir kanalın da açılması ve Çanakkale Boğazı!nın da artan gemi geçiş hacminden kurtarılması önerilmektedir. Yani tıpkı ABD haritalarının vazettikleri, şimdi de tekrardan gündem edilmektedir.

ABD’YE MESAJLAR MI?

Rejim siyaseti, düne kadar hayli koyu bir ‘Mavi Vatan’ doktrini takipçisi olageldi. Bu siyaset kovalanırken, dünya siyasal sisteminin yeniden kurulduğu da vazedilerek, bir bölgesel güç ve egemen devlet olarak hak ve çıkarların korunmasından söz ediliyordu. Beraberinde, Rusya ile bölgesel bir yakınlaşmanın ve çatışan kimi çıkarlara karşın, ortak ve pragmatik çözümlerin izlenebildiği bir dış siyasa izlenmesi de söz konusuydu.

Biden’ın seçimi sonrası, ABD ile temel sessizlik devam etmekle beraber, AB ve NATO ilişkilerinde Türkiye daha ılımlı mesajlar vermekte ve tekrardan ittifak içi arayışlara yönlenme çabaları görülmekte. Bu da şimdi hem Atlantik’in patronuna ve hem de sokaktaki vatandaşın gözlemlerine sunulmuş vaziyette. Türkiye bir kez daha tarihsel denge politikasına meyledermiş görüntüsüne girer görünüyor. Savaş gemilerinin, Karadeniz’de 21 günlük kalış süreleri, birbirini takip eder bir rutine oturuş vaziyette. Gün geçmiyor ki ABD ve diğer NATO ülkelerine ait savaş ve diğer donanma gemileri Boğazlar geçişini yapmıyor olsun. Suriye’yi mesken tutan Rusya’nın Karadeniz donanma gemileri, Karadeniz’e geri çekilirken, takviye olarak Doğu Akdeniz’e Rusya’nın Baltık filosundan, Cebelitarık geçişiyle, önemli takviyeler yapılıyor. Baltık filosunun bir kısmı da Atlantik donanması olarak Avrupa’nın ve Kuzey Afrika okyanusuna bakan karasularında bayrak gösteriyor. Bu denli çok geminin, dar alanda seyretmesi ve özelinde Karadeniz’de karşılıklı askeri manevraların yapılıyor olması rejim siyaseti denge politikası olarak bu yeni duruma uyum sağlama ya da mevzi alma durumuna girme olarak okunabilir.

TEKRAR AMİRALLER BİLDİRİSİ

19. yılını dolduran rejim siyaseti, iktidara geldiği günden bu yana en önemli değişim atılımlarını bir mağduriyet meseli olarak ayağa kaldırmıştır. Başörtüsü üzerinden dile getirilen mağduriyet, ilkokullarda baş örtme özgürlüğüne değin tırmandırılabilmiştir.

Mağduriyet mesellerinin önemli bir bölümü bir Cumhuriyet değeri olan “laiklik” kavramının dönüştürülmesinde kullanılmıştır.

Askeri darbeler ve vesayet rejimleri ile mücadele, bir mağduriyet meseli olarak kovalanmıştır ve devam etmektedir. Oysa 12 Eylül darbecisi Kenan Evren, 2015'te öldüğünde ne yargılanabilmiş, ne hukuki bir yaptırama muhatap kılınabilmiş olarak göçüp gitmiştir. Sessiz ve bir kısım kimi protestoları da içerir olarak ama devlet töreniyle gömülmüştür.

FETÖ darbesi olarak lanse edilen kalkışma, bir zamanlar “ne istediniz de vermedik” denilen ortakların bir ABD-NATO kumpası olarak zuhur ettiğinden beri, şimdi toplumsal her eleştiri veya muhalefetin kriminalize edildiği, insanların FETÖ’cü olmakla suçlandığı başka bir mağduriyet aparatı olarak kullanılmaktadır.

Amirallerin bildirisi de tam da bu örneğe düşen bir diğer örnektir. Amiraller emekli 104 subaydır. Yani üniformalarından arınmış sivil insanlar. Onlar da Montrö hakkında ve laiklik vurgusunu da içeren bir bildiri kaleme almışlardır. Tıpkı emekli 126 Büyükelçinin kaleme aldığı bildiri gibi. Montrö hakkında en iyi yazabilecek kalem erbapları bahriyelilerdir. Bildikleri iş hakkında yazmışlardır. Bildirideki kimi ifadelerin, bütünün bağlamından koparıldığında, bir ihtilal beyannamesi olarak anlaşılması yeni bir mağduriyet olarak istendiği izlenimini vermektedir. Yani bu da başka bir mağduriyet meselesi olarak gündeme tevcih edilmiştir.

Vakti, gereği ve benzerleri gibi başlıklar konuşma, tartışma programlarında irdelenip duruyor. Bu emekli paşaların bir kısmı, daha önceki FETÖ kumpaslarından, ceza davalarından geçmiş subaylar. Şimdi de suçlanmaları FETÖ iltisaklı olup, olmadıkları üzerinden tartışmalara konu oluyor. Ortada henüz açılmış bir dava yok. Yargıtay, Danıştay durumdan vazife çıkararak beyanatlar veriyor.

Bunların neresi ve nasıl hukuksa, eğer oluşursa, suçların kişisel olma ilkesi çiğnenerek, ailelerinin ve şahısların kendilerinin siyasi parti, dernek üyelikleri üzerinde darbe merkezi icat edilmeye çalışılıyor. Rota ana muhalefet partisine yönlendirilmek isteniyor. Ve bir yandan da hukuk reformu yapılacağı da bir terennüm repliği olarak ifade ediliyor.

Vatandaş aş, iş ve ekmek derdinde. Anketler, yüzde 51 destek bantlarından, Millet İttifakı’nın altına inen oy oranlarına işaret ediyor.

Lira bir türlü bir çıpa tutamıyor. Enflasyon ve işsizlik, pandemi gibi ahaliye darbe üstüne darbe vurduruyor. Siyasi göstergeler, korkan, sinen, susan, biat eden bir toplumsal vasat ve karabasana işaret ediyor.

Kısaca bir düzlüğe çıkışa büyük ihtiyaç var. Ve bunun demokratik mekanizmaları hiçbir darbe gerektirmeyecek biçimde mevcut durumda.

Öyleyse derdi anlatacak ve toplumsal iradenin yeniden çözümcü olacağı bir ufka doğru laf üretmeyip, eli taşın altına koymak gerek.

nuriabaci@gmail.com