Almanya’nın dalgalı ama heyecansız seçimleri: Anti-liberal bir analiz

Geçen yıl bugünlerde Almanya’da bir sonraki seçimleri Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) kazanacağı söylense sanırım parti yöneticileri dahil kimse inanmazdı. İktidarın büyük ortağı Hristiyan Birlik Partileri (CDU-CSU) yüzde 40’a dayanmış oy oranıyla açık ara öndeydi. Şubat-Mart ayında salgın yönetiminde başarısızlıklar, aşılamanın oldukça yavaş gitmesi, test-maske konusunda Sağlık Bakanı’nın da dahil olduğu zincirleme yolsuzluk skandalları derken CDU-CSU’nun oyları birden bire yüzde 30’un altına indi.

Partilerin Başbakan adaylarının ilan edildiği Nisan ayında adayların profili iktidarın büyük ortağının oylarında gerilemeyi arttırırken, zaten yükselişte olan Yeşiller Partisi genç kadın adayları Annalena Baerbock‘la bir adım öne çıktı. Haziran başlarında Yeşiller yüzde 28’lere kadar yükselmişken, Baerbock’un gafları ve özgeçmişinde yanlış beyanlarda bulunmuş olmasının etkisiyle oyları düştü. Herkes tam CDU-CSU adayı Armin Laschet ipleri eline alıp, iktidara yürür derken, bu sefer Temmuz ayında aşırı yağışlar sebebiyle 180’den fazla kişinin ölümüne yol açan sel felaketi yaşandı.

Sel felaketi sırasında yetersiz ve ciddiyetsiz bir görüntü sergileyen Laschet yerden yere vurulurken, dengeler bu kez afetzedelere kesenin ağzını açacağını söyleyen Maliye Bakanı ve SPD adayı Olaf Scholz lehine değişti. Temmuz’a kardarki anketlerde oy oranı yüzde 14-15 bandında tarihinin en kötü oranlarına düşmüş bulunan SPD birden toparlanmaya başladı. Ağustos’tan itibaren de birinci parti konumunda oldu. Dolayısıyla seçim sathı mailine girilen son 6-7 ayda Almanya’da partiler ve adaylar açısından, vodvil tadında iniş-çıkışların, sürprizlerin yaşandığı dalgalı bir seçim yarışına şahitlik ettik. Seçim günü de bunu tamamlayan sürpriz bir finalle noktalandı. SPD’yle CDU-CSU arasındaki fark yüzde 1,5’a inerken, Sol Parti herkesi şaşırtan feci bir yenilgi yaşadı.  

ALMANYA’DA DÜZEN HÜKÜM SÜRÜYOR!

Rosa Luxemburg’un son yazısının son paragrafı "Berlin’de düzen hüküm sürüyor! Sizi budala zaptiyeler!“ diye başlar. Onlar katledildikten sonraki 4 yıl boyunca Devrim tekrar tekrar zincir şakırtılarıyla ayağa dikilir. Seçim sonuçlarının ortaya serdiği siyasi tablo, aynı topraklarda düzenin hükmünü bugün daha güçlü biçimde yürüttüğünü gösteriyor. Tek sorun, siyasal merkezin yüzde 25-11 arasında oy alan dört partiyle saçaklanmış olması. Kapitalist hegemonyaya liderlik edecek güçlü bir parti ya da liderin tecessüm etmeyişi, düzen açısından istikrarı şüpheli bir üç ayaklı koalisyonu zorunlu kılıyor. Buna karşın kısa vadede proletaryadan yana kapitalist düzeni zorlayacak bir çıkışın olmayacağı da ortada…

Bu siyasal tablonun ekonomi-politik arka planında: 2008-2009 Dünya Ekonomik Krizi sonrasında arka bahçesi Euro bölgesinde dört-beş yıl sürecek bir istikrarsızlık yaşansa da, Almanya 2016’dan beri Çin’in son 10 yıldaki yüksek büyüme sürecinden aldığı payların da katkısıyla 2016’dan beri sanayi ürünleri ihracatıyla sürekli dış ticaret fazlası vermesini, genç işsizliği bile yüzde 5’lerde tutmasını sağlayan, iktisadi olarak canlı bir dönem yaşadığı gerçeği var. Seçim değerlendirmesi yaparken, Almanya kapitalist formasyonunu üst belirleyen bu gerçekliği es geçmemek gerekiyor.

Bu yüzden, bu seçim sürecinde 2009’da yüzde 12’yi zorlayan Sol Parti’nin 2013’te meclisin üçüncü partisi çıkması, 2017 seçimlerinde aşırı sağcı AfD’nin yüzde 12,6’yla 3.cü büyük parti konumuna yükselmesi gibi toplumda, düzen güçleri arasında hararetli tartışmalara yol açan tehditler açığa çıkmadı. Düzen partileri eski Demokratik Almanya Cumhuriyeti (DAC) topraklarındaki pekçok merkezde Sol Parti’yi birinci parti konumuna yükselten emekçi sınıfların sosyalizm arzularını törpülediği gibi, ırkçı popülistlerin sosyal istikrarsızlık yaratma potansiyeli taşıyan yükselişini de durdurmuş gözüküyor. Bu anlamda seçim sonuçları 2017 Seçimlerinden beri Almanya’da sermaye hegemonyasının pekiştiğini teyit etti. Trump sonrası emperyalist düzende Almanya’yı iktisadi daralma ve otoriterleşme yönünde zorlayacak dinamikler de zayıfladığına göre, Almanya‘da düzenin bir süre rahatça yoluna devam edeceği söylenebilir. Bunun bir sürü can sıkıcı dışavurumundan birinin, tekellerin azgın milliyetçi partisi Hür Demokratlar’ın (FDP) ilk kez oy kullananlar arasında yüzde 23’le birinciliği Yeşiller‘le paylaşması, 18-24 yaş aralığındaki genç seçmenler arasındaysa yüzde 21’le yine Yeşiller’in ardından ikinci parti çıkması olduğunu söyleyebiliriz.

BERLİN‘DEKİ KİRACI-MÜLKSÜZLERİN MÜCADELESİNİN REFERANDUM ZAFERİ

Düzenin sürmesini sağlayan ekonomik canlılığın bir boyutu da emlak fiyatlarının aynı dönemde tüm kapitalist dünyadaki trendle bakışımlı yükselişiydi. Kapitalist gelişme kendi diyalektik çelişkilerini yaratarak gelişen bir sosyal ilişkiydi ve bu ilişki yeni mülksüzleştirme dinamikleri yarattığını metropollerde yaşayan-çalışanlar yaşayarak öğreniyordu. Kiraların kısa sürede katlanarak artması çoğunluğu kiracı kent sakinlerini örgütlenmeye ve kentsel bir toplumsal hareket örgütlemeye ve mücadeleye itti. Söz konusu mücadelenin yeni bir aşamasına geçilmesini sağlayacak bir referandum için önce 70 bin, daha sonra 400 bine yakın imza toplandı. Dün de federal parlamento seçimlerinin yanında bu referandum yapıldı. Dolayısıyla, devrimci sosyalistlerin dünkü seçimler gündeminde Berlin´de takip edilmesi gereken kira/kamulaştırma referandumu ve onunla bağlantılı olarak da eyalet başbakanlığına kimin seçileceği vardı.

Hedefi Berlin´de 3000´den fazla konutu olan özel gayrimenkul şirketlerine ait 240.000 konutun sosyal konutlar haline getirilmesi olan referandumdan yüzde 56,4 "Evet“, yüzde 39,5 "Hayır“ çıkması kiracı inisiyatiflerinin yıllardır sürdürdüğü barınma hakkı mücadelesinin zaferiydi. Fakat Berlin eyalet başbakanlığı seçimini referandumdan çıkacak "Evet“ sonucunu tanımayacağını söyleyen SPD adayı Franziska Giffey‘in kazanması bir burukluk da yaşattı. Seçimler öncesinde büyük emlak şirketlerinin müsaderesine karşı olduğunu söyleyen Giffey’in ilk açıklaması da referandum sonuçlarına saygı göstermeleri gerektiği oldu ama bu sonucu nasıl yasallaştıracağımızı bilemiyorum diyerek bir sulandırma yapacaklarına da açık kapı bıraktı. Bu çelişkili sonucun anlamı Berlin’de ve Almanya’da barınma hakkı mücadelesinin yeni bir aşamaya sıçradığıdır. Berlin’deki bu zafer sosyalistlerin Almanya genelinde geniş proleter-preker kesimlerle sokaklarda buluşmasının zeminini güçlendirmiştir. Bu sonuçları geniş işçi-beyaz-gri yakalı mülksüz proleter kesimler arasında anti-kapitalist siyaseti güçlendirmenin bir kaldıracı yapmak şimdi dünden daha kolay...

DIE LINKE’NIN HEZİMETİ SOSYALISTLERE NE ANLATIYOR?

Bu seçimlerden sosyalistler açısından çıkan en önemli iki soru şudur: SDP’nin 2017 seçimlerine göre yüzde 5’lik bir yükselişle birinci parti konumuna yükselmesi emekçi sınıflar ve sol genelinde yeni bir reformizm dalgası estirir mi, seçimlere kendisini olası bir sol iktidarın en küçük ortağı olarak çıkmaya endeksleyerek katılmış Sol Parti’nin yarı yarıya oy kaybederek yere çakılmasını nasıl değerlendirmek gerekir? Birinci soruya yanıt verirsem yazı çok genişleyeceği için bu soruyu sadece İngiltere’de İşçi Partisi’nde Corbyn’ci sosyalist muhalefetin tasfiyesini hızlandırır demekle yetinip, ikinci soruya dair birşeyler söylemek istiyorum.

En başta şunu söylemek gerekir ki, komünist hareketin tarihsel anlamda en köklü olduğu ülkelerden biri olan Almanya’da, MLPD ve DKP gibi çok sekter, biraz da nevi şahsına münhasır dar gruplar dışında, Sol Parti‘den daha devrimci ve sosyalist olma iddiasında bir siyasi parti yok. Kapitalist sosyal ilişkiler dışında yaşayan, akıllı telefon kullanmayan, çoğu punk alt-kültürüne göre giyinen, işgal/kömün evlerinde yaşayan ve enerjisini semt ve kent ölçekli sosyal mücadelelerle anti-faşist faaliyetlere özgeleyen otonomcu-antifa kolektifleriniyse farklı bir klasmanda değerlendirmek gerekir. Kendisini demokratik sosyalist olarak tanımlayan Sol Parti, 2007’de Batı Alman solundan Emek ve Sosyal Adalet-Seçim Alternatifi (WASG) ve Doğu Almanya Sosyalist Birlik Partisi’nin (SED) devamı olan Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS)‘nin birleşmesiyle kuruldu. İçinde çeşitli Batı Almanya menşeili sosyalist fraksiyonu da barındırdığını ekleyelim. Bu yüzden seçim sonuçlarına bakıp da; "O zaten devrimci bir parti değil, dolayısıyla bir yerde tıkanması da normal“ diye kestirip atmanın Almanya ölçülerinde çok afaki bir tutum olacağını düşünüyorum. Bu anlamda sağ ve sol liberalizmleri güçlendiren bir ekonomi-politik konjonktürde onun yaşadığı sorun ve tıkanıklıklar Alman sol-devrimci hareketine özgü yanlar taşımakla birlikte dünya sosyalistlerinin çoğu ülkede yüzyüze geldiği sorunlar olarak da görülmeli.

Seçim sürecinden hemen önce, 26-27 Şubat 2021‘de düzenlediği Parti Kongresiyle eşbaşkanlarını değiştiren Sol Parti, dünyanın da iki kadın başkana sahip ilk partisi oldu. Bunun partiye ne kattığını bilemiyoruz ama feminist bir görüntü vermesini sağladığı söylenebilir. Partinin sağ kanadının merkezi olarak görülen Thüringen eyaleti parlamentosunda AfD karşıtı bir jestiyle tanınan Susanne Hellig-Wellsow’u eşbaşkan yapan Doğunun liberalleşmiş eski parti bürokrasisi (eski tabirle "nomenklatura“sı); seçim stratejisi olarak Kızıl-Kızıl-Yeşil koalisyonuna girmeyi önüne koyan "sosyal adalet“ denilen her ağıza sakız geleneksel sosyal demokrat mottoyu da kabul ettirerek büyük bir "zafer“ kazandı. Aynı Kongre‘de partinin en çok tartıştığı konuysa, Almanya’nın NATO’daki varlığı, sınır ötesine asker yollayıp yollamayacağına dair 1. Dünya savaşından beri SPD’nin solundakilerin tarihsel barışçı çizgisinden vazgeçip-geçmeyeceği oldu. Partinin sağ kanadı bu konuda bir değişiklik için bastırırken, net bir karara da varılamadı. Bu tartışmanın partideki sağ-sol ayrımında nereye oturduğuna dair şu çeviri açıklayıcı olacaktır: http://elyazmalari.org/2021/09/25/alman-secimleri-kim-kiminle-secimleri-victor-grossman/

Kongre ve sonrasında açıklanan seçim programına bakıldığında Sol Parti‘nin; "Kapitalizmi eleştirmekten, sosyalizm demekten, DAC tarihini sahiplenmekten vazgeçelim, sosyal adaletçi, feminist, çevreci ve göçmen dostu bir görüntü verip, barışçı, anti-militarist ve anti-emperyalist tutumumuzu müzakere konusu yapacağımıza dair de bir açık kapı bırakalım, buları yaptığımız için belki oylarımız düşebilir, milletvekili sayımız azalabilir ama hükümet ortağı olma şansımız olur“ dediği açıktı. Seçim propagandası sırasında Parti‘nin SPD’yle Yeşiller’le farkının nitel değil, niceliksel olduğu, ilkelerde benzeşmelerin daha fazla olduğu şeklinde bir alt metnin  işlendiği de rahatlıkla söylenebilir. Asgari ücretin arttırılması, kira artışlarının durdurulması gibi birkaç başlıkta SPD ve Yeşilleri de konuşmak zorunda bırakan bir sosyal politika gündeminin güçlenmesinde rol oynadığı söylenebilecek Sol Parti‘nin, "gerçek sosyal demokrat ve çevreci benim“ sözleriyse geri tepti. Seçmenlerinin 680 binini SPD’ye, 440 binini Yeşiller‘e kaptırırken, 320 bini de sandığa gitmedi. Yüzde 4,9’la baraj altında kalsa da üç seçim çevresinde birinci parti çıktığı için 735 sandalyeli federal parlamentoya 39 milletvekili gönderebildi.

AYAĞA KALKMAYI REDDEDİP, EVDE KAL’A UYUNCA…

Halbuki, 2016’dan itibaren SPD’nin eridiği, Yeşiller’in düzen içi hale gelmesi tartışılırken ve ırkçı AfD’nin yükselişi buna tuz biber ekerken, yani Almanya’da politik düzen sarsılırken, arayış içindeki yoksullaşmış emekçilerle sola açık kesimleri sokak mücadelesiyle birleştirmek için Sol Parti‘nin Oscar Lafontaine ve Sahra Wagenknecht’in ön ayak olduğu "Aufstehen!“ (Ayağa Kalk) hareketi şekilleniyordu. Wagenknecht’in popüler bir hatip olmasının da etkisiyle hareket başlangıçta bir ivme yarattı ve parlamento ve büro merkezli particilik faaliyetinin ötesine bir sıçrayış yapma potansiyelinin olduğunu gösterdi. Fakat partinin sağ kanadı Wagenknecht ve onunla hareket edenleri parti içinde yalıttı ve mülteci karşıtı diye itibarsızlaştırdı. Bu süreçte Sevim Dağdeviren gibi Aufstehen’e destek vermiş milletvekillerinin kendi seçim bölgelerindeki parti toplantılarına dahi gidemediğini biliyoruz. Sonuç olarak, Doğulu Gregor Gysi’nin başını çektiği sağ kanat halihazırdaki salon-büro particiliğini, popüler AfD karşıtlığıyla sınırlı ırkçılık karşıtlığı, radikal feminizm ve diğer sol liberal politik doğruculuklarla güçlendirmeyi ana çizgi haline getirdi[i]. SPD yüzde 5 oy kaybeder ve Yeşiller yerinde sayarken, Sol Parti Fransa’daki Sol Cephe gibi daha kapsayıcı yeni bir sol sosyal muhalefet odağı yaratmaya öncülük etme şansını kaçırmış, SDP ve Yeşiller toparlanırken de tepetaklak olmaktan kurtulamamıştır. Seçimler öncesindeki bir buçuk yıllık pandemi sürecinde Partinin iki kanadının da atıl ve inisiyatifsiz kalmasını, geniş mali olanaklara sahip olmakla övünen bir ülkede, neoliberal amentüye sadık kalmak için maske, test, aşı konusunda çoğu ülkenin gerisinde kalan başarısız bir performans sergileyen Merkel iktidarını yüksek sesle ve eylemli biçimde eleştirmediği için de Sol Parti’nin bu ağır yenilgiye uğradığını belirtmek gerekir. "Evde kalalım, hükümetin Koch enstitüsünü dinleyerek koyduğu kurallara uy“ diyen tuzu kuru burjuva koroya büyük ölçüde uyan Parti, sermaye fraksiyonlarından başka sosyal kesimleri düşünmeyen neoliberal salgın yönetimine karşı, yoksul emekçilerden başlayarak yükselen halk tepki-öfkesini örgütlemek bir yana meydanı komplocularla aşırı sağcılara teslim ettiği için kendini baştan aşağı yenilemelidir.

MUHASEBE VE ÖZELEŞTİRİ GELİR Mİ?

Bu açık yenilgiye rağmen seçim sürecini yönlendiren sağ kanadın, pişkinlikle suçu yine azınlık konumundaki sol kanada, Lafontaine ve Wagenknecht’e attığı görülüyor. Onların "parti kimliğiyle uyuşmayan çıkışları olduğu“nu söyleyen iktidarcı bir dille, bahar aylarında yayımlanan kitabında Alman solunu kendini beğenmişlik ve kibirlilikle suçlayan Wagenknecht’i eleştiriyorlar. Seçim akşamı, "yüzde 5’in altında oy alırsak, yarın istifa ederim“ diye konuşan Doğulu eşbaşkan Hellig-Wellsow, ertesi gün "partinin dışarıdan algılanışı yüzünden bu sonucu aldık“ diyerek, Wagenknecht’i suçlamıştır. Hellig-Wellsow’un yetersizliği nedeniyle, Başbakan yardımcısı adayı koltuğuna oturarak Batı kanadını temsil eden diğer eşbaşkan Wissler’in yanında kampanyayı sırtlayan Berlinli Dietmar Barsch‘sa, "Kabul etmeliyiz ki bu yenilgi partinin Doğu kanadına aittir“ demiştir. Dolayısıyla, önümüzdeki günlerde Sol Parti içinde kılıçlar çekilecek gibi fakat sağlıklı bir muhasebe zor gözüküyor.

Bütün bu hazin hikayenin bize anlattığı en açık bilgi, emekçilerin ve ezilenlerin mücadelesine doğru zamanda doğru hamlelerle öncülük edemeyen, onları yeni dayanışma-müşterekleşme ilişkilerine ve mücadele kolektiflerine çekemeyen, koltukları ve iktidarlarını korumayı öne alıp sınıfçı bir anti-kapitalizmden ve sosyalist iddialarından vazgeçip, bu sağa dönüşü ırkçılık karşıtı, feminist söylem ve jestlerle kapatmaya çalışan çizginin her halükarda bir kayıp anlamına geldiğidir. Bu örnekte sandıkta yediği tokadın Sol Parti içinden ve dışından devrimcilerin el birliğiyle Almanya’da yeni bir kitlesel ve mücadeleci sosyalist öznenin doğuşuna vesile olmasını dileyelim.


[i] Aynı sol liberaller, milyonlarca yeni göçmen işgücüne ihtiyacımız var diyerek göçmenlere kapıları açtığı için göklere çıkardıkları, Merkel’i eşcinsel Jens Spahn’ı Sağlık Bakanlığına getirdi diyerek alkışlayan insanlardı. Aynı Spahn’ın büyük şirketlerin lobiciliğiyle yıldızı parlayan bir yuppie olmasını, pandemi sırasında adının yolsuzluklara karışmasını, neoliberal piyasacılık adına Covid testi yetkisini belli şirketlere ihale etmesini, bu testlerin fahiş fiyatlarını, belli tipteki maskeler dışındakileri yasaklamasını, aşılamayı geciktirerek binlerce insanın ölüme neden olmasını sorgulamadı.