"Koşmak zor bir karar. İnsan nefes nefese kalıyor çünkü. Koşmayınca da ulaşmak vakit alıyor ve bu bazen kötü olabiliyor. Sakat bir parmağın varsa mesela, soğuk su ağrıyı alıyorsa ve soğuk suya ulaşmaya çalışıyorsan koşmamak yanlış seçim." Böyle diyor Alık, adıyla eş öyküde. Ömer İzgeç'in yakın zamanda yayınlanan öykü kitabı "Karakambur"da yer alan bir öykü bu. Ben aslında öykü okumayı pek beceremeyenlerdenim. Dikkati dağınık, biraz tedirgin, çokça kaygılı biriyim, haliyle bunlar okumalarıma, yazma çalışmalarıma hatta gündelik yaşamıma da yansıyor. Kitabı bitirip kapattığım an (istisnalar olsa da) öyküler silikleşir zihnimde, fakat bu kez öyle olmadı.
Sözlükleri açıp baktığınızda ya da herhangi birine sorduğunuzda alıklığın pek de iyi bir anlama gelmediğini görürsünüz. Lakin alıklık; saflıktan, salaklıktan ayrı bir şey. Alıklık; aklı yerinde olana musallat oluyor, aynı bitin temiz insanın saçına yapışıp kalması gibi. Bakmayın sözlükteki anlamlarına; alıkların kafalarının içindeki bir şalter inmiyor, sorun bu. Kendine özgüdür alıklar, rahat gibi görünseler de dünya ağrısını derinden hissederler, düşünecek çok fazla şeyleri vardır, hızlı düşünürler, kedilerle sohbet eder, pencereden baktıklarında dev bir servi görüp ona büyük bir aşk beslerler. "İnsanın anavatanı çocukluğudur." derler ya, yaşları kaç olursa olsun heyecanlarından, tutkularından, çocuksu hazlarından vazgeçmezler ve vazgeçilmez saydıklarını paylaşmak için her daim didinirler.
Canım Tomris Uyar’ın “Gerçek bazen gerçeğe tıpatıp benzemeyebilir. Gerçekçi sanatçı, eğer sanatçıysa bize yaşamın sıradan bir fotoğrafını sunmaya çalışmaz, tam tersine gerçekten daha üstün, daha çarpıcı, daha inandırıcı bir gerçek önsezisi aşılar bize. Sanatın özü, önsezinin belli bir biçimde kullanılışı, ustalıklı, bulgucu geçişler aracılığıyla ve yalnız kurgu becerisiyle, önemli olaylara güçlü bir ışık tutup geri kalanları arka plana alarak vermektir. Kısa öykü tek başınalığa dayanan kişisel bir sanattır. İnsanoğlunun yazgısına yöneltilmiş içli bir çığlıktır.” sözleri aklımdan çıkmaz benim.
Kısa öykü, gerçek ya da gerçeğe yakın bir olayı aktarırken yalın bir olay örgüsüne sahip olması, genellikle önemli bir olay veya durum üzerine odaklanıp okurda yoğun bir etki uyandırması, ironik bir rastlantıyla yaratılan odak noktasının sürpriz sonlara gebe kalması sebebiyle canlıdır, yaşayan edebiyattır. Yazınsal bir kurgunun uzunluğunun insanı etkilemede ölçüt olarak kabul edilemeyeceğinin kanıtıdır ya öyküler, özenle kurgulanmış olanları; efsunlu bir şölenin kapılarını aralar okura tıpkı İzgeç'in öyküleri gibi. "Kadim" ve "Ebed" adlı iki bölümde toplanmış on dört öykü birbirinden bağımsız olsa da sanki tek bir eser okuyormuşsunuz gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Moderniteyle mitlerin, efsanelerin buluşmasını adeta resmeden yazara her öyküden sonra durup bir teşekkür ediyorsunuz.
Yurdumun güzel ormanları yanarken ve neden bir türlü söndürülemediğini düşünüp sinirlenirken "Eskiden ormanlarda yaşardık. Evlerimiz yok edilip şehirler kurulduğundan beri bazılarımız parklara, bahçelere sığındı. Şimdi, içlerinde kemirerek tüneller açıp boşluklar yarattığımız buradaki ağaçları mesken edindik." cümlelerini okuduğunuzda "Öteki" kavramını farklı pencerelerden sorgulamaya başlıyor, Srebrenitsa Katliamı'nda cinsel şiddete maruz kalan kadınlara atfedilen "Yoksa"yı okuduğunuzda ise Aleyna Çakır'ın, Esra Hankulu'nun, Pınar Gültekin'in ve adlarını buraya yazamadığım katledilen daha nice kadının bir anda suretini görüyor, öfkeden yerinizde duramıyorsunuz.
Kitabın sayfalarını çevirdikçe bir ileriye iki geriye yazarın dille ilgili bir derdinin olduğunu lakin öykünün dilden ibaret olmadığını, kurgusunun, atmosferinin, yoğunluğunun da bir o kadar kıymetli olduğunu bildiğini, dili fevkalade bir yetkinlikle kullandığını da anlıyorsunuz. Öfkenin, sevincin, insanı insan kılan değerlerin, mitsel olanla modern olanın birlikteliğinin, yazarın çağımız yaşananlarına bakış açısının nasıl da heyecanla, hırsla, dans ettiğini film izler gibi izliyor; kurtlara karışan Nedim'in, Gölge Kent'in ufaklıklarının başlarını okşamadan kitabın kapağını kapatamıyorsunuz.
Başlarken dedim ya, alıklık; saflıktan, salaklıktan ayrı bir şey. Alıklar; rahat gibi görünseler de dünya ağrısını derinden hissederler, düşünecek çok fazla şeyleri vardır, düşünmemeye çalışmanın da düşünmek olduğunu bilirler, kedilerle sohbet eder, pencereden baktıklarında dev bir servi görüp ona büyük bir aşk beslerler, çocuksu hazlarından vazgeçmezler ve vazgeçilmez saydıklarını paylaşmak için her daim didinirler. Ne yazık ki toplum tarafından anlaşılmayı pek beceremezler, ama bazen, kırk yılda bir de olsa kendileri gibi birine rastladıklarında, bir süreliğine de olsa, hayatın çekilir ve neşe verir yanlarını ayrıntılarıyla sezer, sezdirirler. Zira bilirler ki; alıklık da işteş olduğu zaman güzel.
KÜNYE: Karakambur, Ömer İzgeç, İthaki Yayınları, 2021.