Ah Nejat abi, bu nasıl ışıltılı bir Bedreddin’dir!

Bazı tarihsel olayların hakkı yıldönümlerinde değil, de zamanı gelince veriliyor olsa gerek, Şeyh Bedreddin ve siyasi lideri olduğu isyanla ilgili en ses getirici işler son dönemde yapıldı. Konuyla ilgili biyografi ve tarih kitaplarında da bir canlılık vardı ama asıl kastettiğim Hakan Alak’ın yönetmenliğini yaptığı Hakikat filmiyle, Bulutsuzluk Özlemi’nin iki hafta önce yayımlanan Bedreddin rock operası.

Filmi henüz izleme şansım olmadı ama yönetmen ve yapımcının uzun zamana yayılan çabalarıyla bir imece usulüyle kotarılması, oyuncular ve teknik ekibin 21. yüzyılın bu iç karartıcı günlerine ferah bir nefes, berrak bir aydınlık olsun diye özverili dayanışması, film daha çok izlensin, Hakikat savaşçılarının sesi daha fazla duyulsun diyerek kolektif bir çabayla turneler ve özel gösterimlere koşturmaları büyük bir takdiri hak ediyor. SuaviBülent Emrah ParlakSaygın Soysal’ın başrollerini paylaştığı film belki hak ettiği ilgiyi görmedi ama teknik ekip ve oyuncuların bu denli kolektif bir çabayı ortaya koymaları Bedreddini ruhun bu topraklarda bir kez daha güçlü biçimde canlanmakta olduğunun alameti sayabiliriz. Aynı alametleri Boğaziçi Öğrencilerinin eylemlilik sürecinde, Rize İkizdere’de, Kaz Dağları’nda 1 Mayıs’ta işkenceli gözaltıları göze alıp Taksim çevresine koşan onlarca devrimcinin kararlılığında, “Barınamıyoruz” eylemcilerinin gözlerinde ve dahi “Milletin kafasına çay atıyor o adam” diyen çocuğun sevimli doğruculuğunda görüyoruz.

DESTAN’IN ÖNCEKİ BESTELENİŞLERİ

Nazım Hikmet’in Şeyh Bedreddin Destanı’nın önceki bestelenişleri arasında en bilinenleri olarak, Zülfü Livaneli, Cem Karaca, Ruhi Su’nunkini sayabiliriz. Destan’ın en bilinen bu yorumlarından ilki 1970’lerin ilk yarısında, Zülfü Livaneli’ye aittir. Livaneli‘nin güftesini de kendisnin yazdığı, Bedreddin’i Hacı Bektaşı Veli’yle buluşturan Dede Sultan türküsüyle açılan bu Destan yorumunu ilk defa, 1994 Temmuz’unda Teoman Öztürk[i]’ün cenazesi Ankara Atatürk Lisesi’nin önündeki caddeden geçerken duyduğumu hatırlıyorum. Duyduğumda beni müthiş derecede çarpan, Dede Sultan türküsü binlerce kişinin katıldığı cenazeye öyle farklı bir hava katıyordu ki sanki katılanlar da Öztürk’le birlikte başka bir gerçeklik evrenine doğru ağıyordu… O tarihe kadar bildiğim tek Bedreddin Destan’ı bestesi Cem Karaca ait olan Anadolu Rock tarzı yorumdu. Karaca’nın 1978’de yurtdışına çıkmadan önce yayımladığı Safinaz albümünde yer alan teatral yorum da etkileyicilik bakımından Nazım’ın yazdığı Destan’ın hakkını fazlasıyla veriyordu. Ruhi Su’nun Destan‘daki Bedreddin‘in Serez Çarşısında idamını anlattığı kısımdan yaptığı besteyi ve Ahmet Kaya’nın Şafak Türküsü albümünde seslendirmesini de anmamak olmaz. Destan‘ı 1980 ve 90’lara taşıyan Ahmet Kaya‘nın konserlerinde Nevzat Çelik’in şiiri Şafak Türküsü’nü seslendirirken birden yükselip, "Bedreddin‘i, Börklüce‘yi ve Torlak Kemal’i düşün anne…“ diye haykırdığında binlerce dinleyiciden kopan müthiş alkış dalgasını kim unutabilir ki...

Nejat Yavaşoğulları iki hafta önce Bedreddin rock oratoryosuyla son yılların depresif karanlığından çıkarken biz fanilere, en az Zülfü ve Cem Karaca'nın besteleri kadar güçlü ve etkileyici bir Destan yorumu hediye etti. Nazım’ın Destan‘ının neredeyse tamamının bestelenmiş halini, yepyeni bir müzikal formda önümüze serdiği bu ışıltılı yapıttan dolayı Nejat Yavaşoğlu‘na sonsuz teşekkürler. Tabii, Bulutsuzluk Özlemi grubunun tüm üyeleri, nesir kısımlarını okuyan Fırat Tanış ve orkestrasyonunu yapan Murat Cem Orhan da kocaman bir teşekkür ve alkışı hak ediyor. Dilerim bu yorum da tez zamanda, binlerce insanın hep bir ağızdan tüyleri ürpererek, ve dahi kendinden geçerek eşlik ettiği bir isyancılar ahtine dönüşür. 25 parçalık Bedreddin albümünde bu duygulanımı en yoğun yaşadığım kısmı paylaşmak isterim. İmkanı olanlar yazının burasında bir es verip, o parçayı dinledikten sonra devam edebilir: Bulutsuzluk Özlemi - Karanlıkta Durdular

 NAZIM BEDREDDİN’İ NEDEN YAZMIŞ VE BİZE NE DEMİŞTİ?

Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’nı Cezaevi’nde, Darülfünün (İstanbul Ünivesitesi) İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisi Mehemmed Şerefeddin Efendi’nin 1925-1341 senesinde Evkafı İslâmiye Matbaasında basılan «Simavne Kadısı oğlu Bedreddin» isimli risalesini okuduktan sonra yazar. Risale’de anlatılan olayı Leninist bir bakış açısıyla “Bedreddin Destanı” biçiminde yeniden yazmasını isteyen aslında Nazım’ın TKP’den hatırlı yoldaşı Ahmed’dir. Lenin’den “milli gurur” kavramıyla ilgili uzun bir alıntı yaptıktan sonra Ahmed’in ağzından bu destanın ortaya çıkış amacını şöyle özetler: “Evet, demişti, bizim muhitimiz de Bedreddin'i, Börklüce Mustafa'yı, Torlak Kemâl'i, onların bayrağı altında dövüşen Aydınlı ve Deliormanlı köylüleri yaratabildiği için, ben şuurlu Türk proleteri, millî bir gurur duyuyorum. Millî bir gurur duyuyorum, çünkü derebeylik tarihinde bile bu milletin emekçi kütleleri (yani nüfusunun 9/10'u) Sakızlı Rum gemiciyi ve Yahudi esnafını kardeş bilen bir hareket doğurabilmiştir. Çünkü unutmayın ki «başka milletleri ezen bir millet hür olamaz.» Destan’ın ilk basımının 1936’da yapıldığını düşünürsek, Nazım 1933-34 arasında Bursa mahpusuyken yazılmaya başlandığını çıkarsayabiliriz. Destan’ın sonundaki Ahmed’in çocukluğunda Rumeli’de Bedreddini köyünde başından geçen hikayeyi o dönem TKP’yi yeniden toparlamaya çalışan Selanikli Reşat Fuat’la birleştirebilir miyiz sorusunu da Tarih Vakfı’ndaki yoldaşlara bırakıyorum.

Mehemmed Şerefeddin Efendi’nin Risalesi’ndeki kara çalmalar, Cezaevi’nin berbat koşullarıyla birleşip iyiden iyiye canını sıktığı bir gece uykudan uyandığında, denizden gelen bir hayal kahramanının elinden tutarak kendisine kılavuzluk ettiği bir gerçeküstü tarihe yolculuk mizanseni kurarak yazar. Yolculukta ona eşlik eden can yoldaşı, Börklüce Mustafa’nın isimsiz ve ölümsüz yekpare ak libaslı dervişlerinden biridir. Cezaevi’nin denize bakan kayalıklarının üstündeki pencereden dışarı çıkıp, “karanlık denizin dalgalarını sessizce aşarak yılların arkasına, asırlarca geriye, (…) Çelebi Sultan Mehmet devrine” giderler. Nazım’ın anlattığı işte bu düşsel yolculuktur. “Bu yolculukta gördüğüm ses, renk, hareket, şekil manzaralarını parça parça ve çoğunu  -eski bir itiyat yüzünden- bir çeşit uzunlu kısalı satırlar ve arasıra kafiyelerle tesbit etmeğe çalışacağım. Şöyle ki:” diyerek Destan’ın şiirsel bölümlerine başlar.

Bedreddin isyanının ayrıksı yanı, Osmanlı'nın komünalist bir göçebe topluluklar konfederasyonundan sınıfsal eşitsizliklerin derinleştiği bir haraççı feodal devlete doğru evrilmesine ve o yapının kısa sürede yozlaşıp krize girmesine karşı, 16. yüzyılda daha da sıklaşacak ve Anadolu'yu kasıp, kavuracak isyanların umutlu bir öncüsü olmasıdır. Bedreddini hareketin umutlu ve kurucu bir alternatif içermesi, 14. Yüzyıldaki Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaşı Veli, Ahi Evran, Hoca Nasreddin tasavvuf ve düşünce geleneğinden devaraldığı birikimle ilişkilendirilebilir. Timur’un 1402’deki Ankara zaferi, Osmanlı’nın Bizanslaşma yönündeki gelişimine büyük darbe vurduğu anda, Bedreddin’i hareket, bu birikimlerden de yararlanarak, Anadolu halklarına eskinin akıncılık-talancılıkla desteklenen göçebe komünalizminin ötesinde bir sosyo-ekonomik yol önermektedir. Bu kırda ve kentte yerleşik üreticilerin barışçıl müşterekleşmesine dayalı zamanının ötesinde bir eşitlikçi toplum vizyonudur.

Nazım'ın Destan’ının en özgün ve değerli yanı, Friedrich Engels’in 16. Yüzyılda Almanya’da Thomas Müntzer’in önderlik ettiği köylü isyanını, meşruiyetini Hristiyanlığın devrimci ve eşitlikçi biçimde yorumuna dayandıran bir sınıf mücadelesi örneği olarak anlattığı Köylüler Savaşı kitabındakiyle paralel bir anti-modernist tarihsel materyalist yaklaşımı içeriyor olmasıdır. Bu modernist olmayan tarihsel materyalizmi, 1930’larda Avrupa komünist hareketi içinde önemli bir tartışma konusu olan bilimsel sosyalizmin tarihsel kökenleri ve meşruiyetini modern burjuva rasyonalitesinin hegemonyası öncesindeki sınıf mücadeleleri, savaşlar, isyanların içerdiği sosyal eşitlikçi ve kurtuluşçu fikirlere, arzulara götürme çabalarıyla birlikte düşünmek gerekir. Nitekim, bu yıl ölümünün 50. Yılında andığımız Dr. Hikmet Kıvılcımlı da aynı yıllarda sözünü ettiğim tarihsel materyalist yaklaşımla, “İslam Tarihinin Maddesi” ve “Osmanlı Tarihinin Maddesi”ni yazmaya başlamıştı[ii]. Burjuvazinin Kemalist memurları da böylesi çok tehlikeli fikirler geliştiren bu iki komüniste karşı boş durmadı. Düzmece bir iddianameyle hazırlanan 1938’deki Donanma (Yavuz) Davası tiyatrosu sonucunda, politik mesafelerine karşın, sözünü ettiğimiz teorik yakınlık içindeki Nazım’la ve Kıvılcımlı’yı ömürboyu hapse mahkum etti.

Bu anlamda, Nazım’ın Şeyh Bedreddin Destanı’nı, dinin eşitlikçi, çoğulcu yorumlarını milleti/halkı proleter tarzda, hiç bir ulusu özgürlüğünden mahrum bırakmadan yeniden kuracak komünist bir praksise dayanak oluşturacak şekilde yorumlanabileceğini göstermek isteyen komünist bir düşünce-sanat-eylem insanının, Anadolu’nun din ve düşünce tarihine, Kemalist rejimin modernleşme projesinin ve laiklik anlayışının ötesinde farklı bir kavrayış geliştirme çabası biçiminde değerlendirmek gerekir. Son sözü Nazım Usta’ya verelim de bize Destan’daki düşsel yolculuğunda gördüğü bolluk komünizmi tablosuyla içimizi aydınlatsın:

Bir ikindi vakti can yoldaşıma
                          dedim ki: geldik.
                          Dedim ki: bak
başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe
bir adım geride ağlayan toprak.
Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir,
kütükler zor taşıyor kehribar salkımları.
Saz sepetlerde oynıyan balıkları gör:
ıslak derileri pul pul, ışıl ışıldır
ve körpe kuzu eti gibi aktır
                                   yumuşaktır etleri.
Dedim ki bak,
burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi
                                                            bereketli.
Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak…

 

[i] Teoman Öztürk 1973-80 arasında yönetim kurulu başkanlığını yaptığı Türk Mimar ve Mühendis Odaları Birliği’ni o tarihten beri sosyal muhalefetin belli başlı toplumcu demokratik kitle örgütüne dönüştüren bir kuşağın simge ismidir.

[ii] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Yazıları adlı kitabının önsözünde, Donanma Davası’nda gözaltına alındığında gizli polisin suç unsuru muamelesiyle el koyduğu bu iki çalışmanın bilinçli biçimde yok edildiğini söyler (1974: 6), https://radikalhareket.files.wordpress.com/2015/12/hikmet-kivilcimli-tarih-yazilari.pdf