Afrodisyas...

Gündem bir yana, göçerlikten, yazılarımın gününde yazılmasını tutturamaz oldum…

O nedenle de, bu defasında, ne Haziran Direnişi'nin yıldönümünü; ne Nazım’a ve anmaya dairi ve ne de Alman Meclisi’nin soykırım kararını irdeleyen bir şey yazacak değilim… Düşündüklerimin benzerlerini yazan, çizenler oldu; başka bir tekrara girmeyeceğim…

***

Göçerlik diyordum…

Şimdilerde Kıbrıs’ı tanıyor ve öğreniyorum. Şunun şurasında Kıbrıs, Türkiye’ye, Mersin -Taşucu mevkii itibariyle, 65 kilometre uzakta bir ada. Yani açık deniz ufkuna göre, bulutsuz havalarda, her iki sahilden, memleketlerin birbirini görebildiği, ev damlarını seçebildiği bir yakınlıkta. Kendi hesabıma, adaya dair bildiklerim yanında, bilmediklerimin, ne çok da olduğunu, buralara alışmaya çalışırken daha iyi görüyorum…

Göçerliğimin şimdiki kalıcı nedeni budur.

Göçerlik başlangıçta bir köksüzlüktür. Size dair bir şeyin olmadığı ve sizi, siz kılan bir çevrenin bulunmadığı bir havayı solumaktır ilk anlarda göçmek.

Göçerlik deyince, Suriye’nin insanlarını bir an içimde hissediyorum. Savaşın, yangının, kaçmanın, yurdundan koparılmanın ve yakınlarınla beraber sana dair bir hayat hikâyesinin yok edildiği nasıl acımasız bir yaşam incinmesi olmalı Türkiye göçmenlikleri.

Şimdilik iki milyona yakını bu coğrafyaya iskân edilmiştir. Şehirlerde, kendine yan, yamaç bulanlar ucuz insan emeğine, dilencilik ve her türlü insanlık dışı sömürüye ne açık ve çaresizler. Bir de at pazarlığıyla, Türkiye ve Avrupa Birliği’nin, başka bir insanlık utancına konu edildiler. Türkiye üçe, beşe bakmadan milyar avro paraya, hepsinin sığınma özgürlüğüne ket vurdu; voleyi vize muafiyetiyle bütünlemeye durdu. Yani Suriye göçmenleri utanmaz, sıkılmazlarca köle hesabına satıldılar. Avrupa’nın gazeteleri yazıyordu: “Avrupa yüksek ahlakı ve değerleri”, RTE önünde diz çöktü diye… Kapitalizmin ne zaman ahlakı oldu ki, şimdilerde çökmüş olsun. Çöken, her daim olduğu üzere sömürülen, yeri, yurdu, ekmeği, aşı,işi tarumar edilen yoksul ve büyük insanlığın dramıdır.

Kuşkusuz benimkisinin öyle işlerle bir alakası yok. Ama elde çanta, yanına bir kaç kitap koyup, kafanın içindekilerle beraber, yeni bir coğrafyada hayata başlamak, belki de Nazım’ın hasretliği ve yalnızlığı gibi olabilir… Meseleyi daha fazla abartmadan, şunu söylemek de gerek. Sonra sonra alışırsınız; göçtüğünüz coğrafyada hayatın içine yavaştan karışırsınız ve sizi tutan; sizin tutunduğunuz bir zaman gelişir yeni mekânla beraber.  Yani bir kuruculuktur, kuruluştur göçerliğin başlangıcı. Kendi hesabıma tam da bunları yaşıyorum ve yazı işleri de bu arada dalgalanıyor.

***

Büyük yarım ada ile küçük ada arasındaki mekik dokuyuşları dışında, başka bir göçerliğim de, ki buna gezginliğin parçası demek daha doğrudur; Denizli yöresindeki kimi ören yerlerine ve antik polislere oldu şu sıralar… Bu bir göçme değil, tarihin kucağıyla bir buluşmaydı desek daha iyidir.

SoL portal dâhil, zaman zaman, Türkiye’nin tarihsel zenginlikleri içindeki kimi kentlere ilişkin yazdığım falan oldu. Örneğin Atarneus (Dikili); Pitane (Çandarlı); Pergoman (Bergama) ve Sagalasson (Ağlasun) bunlar arasında sayılabilir. Şimdi bunlara, Afrodisyas da bir ek olsun ve oraya ilişkin bir demet bahar havası, solunsun istiyorum…

Afrodisyas’ı, görme gönüllüsü olan dört arkadaşımla beraber bir bahar sabahı soludum.

Afrodisyas hanidir ve nicedir aklımda olup da kahverengi levhada yönüne kıvrılamadığım bir İç Ege kentiydi.

Ama ne kent…

Balıkçının “Hey Koca Yurt” diye seslendiği ören yerlerinden birisi…

Strabon’a bakılırsa, eski Karya-Lidya coğrafyasına işaretlenecek bir yurt parçası…

İyi ki bu büyük uygarlıkların gelip geçtiği coğrafyanın insanlarıyız. Bir de değerini, bir de bunun hepimize kattığı zenginlikleri görebilsek, bilebilsek…

***

 Hakkında ne çok yazılabilir. Ne ki özetin özeti olmalıdır diye ilk şerhi önce kentin çağımızdaki keşfine ayırayım…

Hikâyeyi özetle bir yerlerde okumuş ve sonra unutmuştum. Geyre Vakfı Afrodisyas Kazısı, Sadberk Hanım Müzesi çalışanlarından Ayten Hazır’dan ayrıntıda dinleyince yeniden usa vurdum. Anlatan, gencecik bir kadındı; oralıydı ve gözlerinin içi gülüyordu. Afrodisyas’a ait aldığım kitap ve kartpostallara, bağış makbuzu keserken, bir yandan da bu ören yerinin keşfini mealen şöyle anlatıyordu:

“Yıllardan 1958. Menderes başbakan, 1954-58 arası inşa edilmiş bir baraj 25 Eylül 1958 de Aydın’da hizmete girecektir. Kemer ya da Bozdoğan Hidroelektrik barajının açılış töreni için zamanın ünlü fotoğrafçılarından Ara Güler de açılısı karelemek üzere, başbakan tarafından görevlendirilir.

Ara Güler titizdir. Elindeki refleks kamerayla siyah-beyazın en uygun ışıkta, en güzel karelerini yakalamaya çalışır. Tören sonrası, Aydın’a döneceği mahalli idareye ait cipin şoförü, akşam karanlığına kalınacak diye huysuzlanır. Ne ki Ara Güler umursamaz bile ve karanlık bastırır. Şoför kestirmeden yol ararken kaybolurlar ve idare lambalarıyla aydınlatılan bir köy kahvesine ancak varırlar. Geyre köyünde gecelenir. Sabah şafakla beraber, horozlar öterken, gözünü açan Ara, gördüklerinden dona kalır. Etraf sütun ve her cinsten antik taşlarla, lahitlerle doludur. Köy halkı gündelik yaşamlarını, adını sanını bilmedikleri bu tarihi ören yerinin içinde ve 20. yüzyılın bütün yoksulluğuyla sürdürüp gitmektedir.

Sanatçımız çantadaki son film rulolarıyla nice kareler alır. Sonra bunları, İstanbul’a dönüşte, ilgilenecek veya bilebilecek insanlara gösterir. Ne akademi ve ne de yazarçizer çevresinden sanatçı tanıdıklarıyla bir yere varılamaz. Daha sonra ABD’de, Ayten’in söylediğine göre Times dergisine yazar. Dergi basmak için, hem yeni resim ve hem de açıklamalar ister. Fotoğraf işi kolaysa da, kim açıklama yazacaktır. Hikâyenin ayrıntısı mutlaka Ara Güler'in hatıratı arasındadır. O sırada New York Üniversitesi'nde çalışan Kenan Erim en doğru adres olarak bulunur. Erim 1959 da buraya bir defa gelmiştir ve babası Nihat Erim’in adı ve siyasi kimliğinden hiç yararlanmadan, kendi köşesinde arkeoloji ile uğraşıp gitmektedir. İşe el atar; Türkiye’ye döner…   

1961 de, tanrıça Afrodit’e adanmış ve Sezar’ın evlatlığı Agustus’un, “Tüm Asya’da kendime bu kenti seçtim” diye onurlandırdığı Afrodisyas’ta kazılara başlar. Ta ki ölümüne yani 1990 a kadar… Tam otuz yılını verir. Bu gün kentin girişinde, tören kapısı alanında yeşil çimler ve ağaç gölgelerinde yatmaktadır…

***

Kentin ilk kuruluşu tartışmalıdır. Antik çağ yazıtlarından geride kalanlara bakılırsa, aynı kent alanında, üç uygarlık birer şehir kurmuştur. İlk ikisi Leleglere aittir. Tarihte bu kavmin gizi, dillerinin bilinemezliğinden, henüz çözülememiştir. Üçüncüsünün ise efsanevi Babil-Asur kraliçesi Semiramis’e ait olduğu söylencesidir. Bu söylencede haklılık payı olmalıdır ki, son kent halkı, yani Afrodisyaslılar, Semiramis’i benimsemişler ve şimdi ören yerindeki müzede bulunan taş kabartmalara onu işlemişlerdir. Kabartmalarda Semiramis, Asur’un aşk ve savaş tanrıçası İştar ile beraber betimlenir. Oysa kimi kabartmalar onu,  Gordion şehrini kuran Frig kralı Gordios’la beraber gösterir. Bu ihtimale bakılırsa, başlangıçta Leleg şehri iken, sonraki tarihinde bir Asur ve Frig kenti olarak varlığını sürdürmüştür. Afrodisyas’ın son kent olma tarihi ise MÖ 3-5 arasından başlar, MS beşinci yüzyılda yavaşça tarihin tozlu sayfalarında kaybolur. Eski Karya’nın bu kenti, MS 38 de özerkliğini de elde etmiştir. Yine de, var olduğu bütün tarih aralığına bakıldığında, en parlak ve görkemli yılları Pax-Romana’nın (Roma barışı) bir parçası olarak yaşadığı döneme denk düşer...

Çağının, başta heykelcilik olmak üzere, çok önemli bir sanat merkezi ola gelmiştir. O gün yaratılanlar, bu gün de geride kalanlara parmak ısırtır bir muhteşemliktedir.

Afrodit tapınağı ve ona açılan tetrapylonu (dört sütunlu kapı); Stadyumu, Tiyatrosu ve çevresi, Hamam ve agorası, Sebasteion’u (imparator tapınağı); Kral sarayı, Odeon ve Halk Meclisi görülmeye değerdir ve önemli ölçüde bu gün ayağa kaldırılmıştır. Müzesi bir hazinedir. Özellikle müzeye ek olarak yapılan Sebasteion Sevgi Gönül Salonu muhteşem eserler ve heykellerle doludur. Müzenin bu bölümünü, Geyre Vakfı ve yanı sıra çeşitli özel kurum ve kişiler yaptırmıştır. Adı verilen Sevgi Gönül Rahmi Koç’un kız kardeşidir.

Kent dört ve yedinci yüzyıllarda büyük depremler geçirmiş ve giderek tarih sahnesinden silinmiştir. Ancak korunaklı coğrafyası ve savaşalar maruz kalmayan bir barış kenti olması nedeniyle, yağmaya uğramadığından günümüze büyük zenginlikleriyle ulaşabilmiştir…

***

Afrodisyaslılar ne oldular sorusu gibi, onca uygarlıktan geri kalan Anadolu halklarının nerelere karışıp gittikleri, başka çalışmalara da konu olmuştur. Söz gelimi, Bergama’ya ilişkin etnogenetik olarak ABD’de yürütülen bir çalışmada, Pergoman halkı ile şimdiki Bergamalıların DNA’larının yüzde doksan dokuz benzerlik gösterdiği tespit edilmiştir. Bu hesaba bakılırsa, bana Geyve köylüsü olduğunu söyleyen ve Ara Güler hikâyesini anlatan Ayten, belki de günümüzün Afrodiyas’lısı olarak konuştuğum genç bir kadındı…

Kim bilir… 

Anadolu uygarlıklarının göçmeni olmak ve kentten kente gezerken bir Anadolulu olarak, bunca uygarlığın görkem ve erişilmezliğini damarlarında hissetmek, duymak, ne büyük bir zenginliktir.

Tıpkı Ahmet Arif’in şiirindeki gibi…

Beşikler vermişim Nuh'a/ Salıncaklar, hamaklar,/ Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,/ Anadolu’yum ben,/ Tanıyor musun?

 

… diye soran bu yurda, benim de cevabım şu olsun…

“Hey koca yurt…” sen öyle bir coğrafyasın ki, nice satraplar, tiranlar, despotlar, krallar, imparatorlar ve sultanlar görmüş olmana ve ordularının nalları bağrını dağlamana karşın, mağrur, yalnız ve bizim de kurtuluşumuzu kaderine yazdığın büyük bir hasretliksin…

Bu hasretliğe kavuşmak bir söz olsun…

 

nuriabaci@gmail.com