Türkiye AKP iktidarından ve Saray Rejimi’nden nasıl kurtulacak?
Kurtulmak için kimlerle yan yana geleceğiz?
Çok meşru, gerekli ve acil sorular bunlar…
Hele ki bu iktidar politikalarının birincil derecede mağduruysanız, rejimin “ateşi” altındaysanız, nasıl hayatta kalacağız, kurtuluşun kapısını kimlerle birlikte aralayabiliriz sorularını sormak zorundasınız.
Zira, AKP iktidarından kurtuluş toplumun önemli bir bölümü için çoktan hayat memat meselesi haline gelmiş durumda. Emekçiler hedefte, kadınlar hedefte, gençler hedefte, Kürtler hedefte, aydınlar hedefte…
Bu meşru sorudan hareketle, iktidara karşı bir geniş ittifakın oluşturulup oluşturulamayacağı sorusu, son dönemin en fazla tartışma yaratan gündemlerinden biri haline geldi.
Rejim tarafından siyasi tutsak olarak cezaevinde tutulan HDP Eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın sosyal medya üzerinden yaptığı çağrı, İYİ Parti lideri Meral Akşener’in “kan davalımız olsa kapımızı açarız” şeklindeki sözleri, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Deva ve Gelecek Partileri için “dostlarımız” ifadesini kullanması ve nihayet AKP ve yandaşlarının da bu konuda tavır almasıyla tartışma büyüyor.
Öncelikle, birkaç ay önceki, “AKP gitti gidiyor” yaygarasına nazaran, AKP’nin nasıl gideceği üzerine düşünmenin daha sağlıklı olduğunu belirtmem gerekir. Özellikle Demirtaş’ın iktidarın kan kaybettiğini tespit etmesi ancak muhalefetin kazanıp kazanmadığını da sorgulaması bu bakımdan oldukça değerli.
Faşizan karaktere sahip bir rejim açısından toplumsal desteğin azalması, ancak yeni çatışmaların kışkırtılması ve “otoriterliği” artırma emaresi olarak okunabilir. Tersi olacaksa da, toplumsal muhalefet ancak böyle bir okumayla kendini siyasi mücadelenin yeni evresine hazırlayabilir.
Gerek işsizlik ve yoksulluk, gerekse salgın gibi, AKP ve patron sınıfının doğrudan işçi sınıfına saldırı için değerlendirdiği gündemlerin, artık dayanılmaz bir boyuta ulaştığı görülüyor.
“Muhalefetin bir araya gelmesi” söz konusu olduğunda, “güçlendirilmiş parlamenter rejimin” tesisi, “yargı bağımsızlığı” ve özgürlüklerin korunması gibi yine meşru sayılabilecek hedefler dile getiriliyor. Gerekçelerden biri olarak gündeme gelen “toplumsal kutuplaşmanın önlenmesi” ifadesi ise üzerinde konuşmayı hak ediyor.
Devrimci siyasetin doğasında bulunan, toplumu emeğin çıkarlarını savunanlarla, buna karşı olanlar şeklinde ayrıştırma çabasına hiç girmiyorum. Hatta, ideolojik-politik mücadelenin özünün, temsil ettiğiniz sınıfın çıkarlarını toplumun bütünün çıkarları haline getirme uğraşı olmasına da bu yazıda değinmeyeceğim. Yani esasında, bir yandan siyasi mücadele içinde olup, bir yandan da “toplum kutuplaşmasın” demek, gerçeği biraz bükmek oluyor. Ancak burada, iktidarın “düşmanlaştırıcı” bir siyaset üslubuyla kendi otoriter karakterini yeniden üretmesinin vurgulandığını varsayıyorum.
Yine de, Türkiye’de geldiğimiz nokta itibariyle, “daha fazla kutuplaşmayalım” lafzının sürekli tekrarlanmasının, emekçiler cephesinde süngüleri düşürdüğünü görmemiz gerekiyor. Yalnız gündelik politikalarla da değil, iktidar eğitim sistemini, medyayı, “milli-manevi değerleri” araçsallaştırarak düşmanlar yarattı, kutuplaştırdı ve daha da önemlisi kendi tarafını kelimenin her manasıyla “silahlandırdı”. Bizim taraf -bu kez politik anlamda- “silahsız kaldı”.
Anton Çehov’un tiyatro için bahsettiği, o çok bilinen “Birinci sahnede duvarda asılı bir tüfek varsa, o tüfek ikinci veya üçüncü sahnede mutlaka patlamalıdır” sözünü bir kere daha hatırlatmak istiyorum. Çehov bu sözü, drama yazınında gereksiz olan tüm unsurların ortadan kaldırılmasını vurgulamak amacıyla söylüyor ancak toplumsal-siyasal mücadeleler söz konusu olduğunda sahnedeki silahın patlaması metaforu başka bir yönüyle anlam kazanıyor. Yüzyılın başındaki silahlanma, bir gün çıkacak savaşların habercisiydi örneğin. Ya da ordunuz varsa askerleriniz sizi savaşmak için zorlar… Siyasette de böyledir ve Saray Rejimi’yle yönetilen bu ülkede iktidardan nemalanan pek çok ekip kendi ordularını kurmuştur.
Öyleyse geldiğimiz noktada, kutuplaşmanın önlenip önlenmemesi kertesi çoktan aşılmıştır. Gezi Direnişi döneminde de, benzer bir yanlışa düşülmüştü… “Tayyip Erdoğan aklıselim davransa”, “sağduyu” vb. çağrıları yapanlar, onlara kulak verenler, bizim cenahta olup bu sözlerin gereğinin yapılacağını düşünenler, “uzlaşı ha sağlandı ha sağlanacak” diyenler… Olmamıştır, olmayacaktır.
Şimdi yapılması gereken, AKP’nin doldurduğu, hem de sayısı birden fazla olan silahın patlayıp patlamayacağı değil ne zaman patlayacağını tartışmaktır.
Hatta bir adım öteye geçelim.
Emekçiler cephesinin, solun, sosyalizmin güçlenmediği bir ortamda patlayacak silahların kime zarar vereceği iyi düşünülmelidir. Duvarda asılı tüfekler, bugün iktidarın kolu kanadı altında olan çeşitli ekipler arasındaki çatışmanın aparatları olarak da kullanılabilir, iktidar değişikliğini hedefleyen bir provokasyonun aracı olarak da… Veya hep birlikte emekçi halkın o ya da bu kesimine de yöneltilebilir.
Hangisi yaşanacaksa yaşansın, bugün yapılacak en büyük yanlış, emekçileri hesap sorma, mücadele etme ve kendi politik cephanelerini doldurmaktan alıkoymak olacaktır.
Yine bu seçeneklerden hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin, emekçilerin sürece güçsüz girmesi halinde, yine yenilen emekçiler olacaktır.
Sosyalistler, AKP iktidarının devrilmesi için 18 yıldır mücadele ediyor. Halkın teslim olmaması için direnişi örgütlüyor. Bundan sonra da öyle olacak. İktidarın yıkılması için gösterilen samimi çabaları da elbette küçümsemeyecek, bu yöndeki çabalara köstek olmayacak. Ve sosyalistler… Yaklaşan fırtınada emekçilerin izleyici konumunda kalmasına da razı olmayacak.