Herhalde kimse itiraz etmeyecektir.
90’lı yıllardan 2000’lere sürdürdüğü tüm tantanasına rağmen “liberalizm” hiç kimsenin kahramanı olmadı.
Serbest piyasa ilkelerinin doğru düzgün işlerlik kazanması için dağa çıkanlara, liberal ekonominin sağlayacağı bütünleşme için greve gidenlere yahut “ille de küreselleşme isteriz” diyerek tozu dumana kattıran herhangi bir toplumsal kesime rastlanmadı.
Ama ilginç biçimde tam tersine tanık oluyoruz.
Sözgelimi geçtiğimiz günlerde Amerikalı siyaset bilimci ve yeni sağın entelektüel temsilcilerinden Francis Fukuyama’nın “sosyalizm geri gelmeli” başlığıyla duyurulan bir röportajı yayınlandı.
Başlık biraz skandal kokuyordu elbette. Nitekim ‘89-91 dönemecinde “tarihin sonunu” ilan eden de bizatihi Fukuyama olmuştu. Fukuyama’ya göre yüzyıla damgasını vuran nasyonal sosyalizm, Stalinizm, Pol Pot, askeri diktatörlükler vb tarihin kaçınılmaz sonu olan “liberal ekonomi-liberal demokrasi” karşısında yenilmişlerdi.
Tarihin sonu tezi, sosyalizmin çözüldüğü bir dönemde kapitalizmin zafer çığlıklarına eşlik etti. Artık küresel ve bütünleşmiş bir dünya olacaktı. İki kutuplu dünyanın silahlanma yarışı değil, yoksul ülkelere yardım, serbest piyasa ilkeleri ve özgürlüklerin serpilip gelişmesi tarihin şafağında belirmişti.
İşler böyle gitmedi tabii…
Fukuyama, son röportajında aslında tam olarak “sosyalizm geri gelmeli” demese de(sosyalizm olarak kastettiği Çin tipi bir devlet müdahaleciliğinin faydalarıydı) “tarihin sonu” tezinden bugüne geçen yaklaşık 30 yıllık sürede oluşan hayal kırıklığını gizlememişti.
Fukuyama “tarihin sonu” derken, liberal siyasetleri bekleyen tehlikelerden biri olarak otoriter-bürokratik kapitalizmlere işaret etse de belirsizliklerin, aşırılıkların bu düzeyde hakim olacağı ve başlangıçtaki “liberal aşamayı” böylesine saptıracağını tahayyül etmemişti muhtemelen. Hayal kırıklığı bununla ilgili olmalıdır.
Belki de bu yüzden, özellikle 2008 krizinden bugüne son on yılda “Marx haklı mı çıktı” “Sosyalizm yararlı bir şey mi”, “kapitalizm biraz törpülense mi”, “Kapital büyük bir eserdir” türünden çıkışlar tam da karşı cepheden geldi.
İşin aslı çeyrek yüzyılı deviren kapitalist galibiyetten sonra, entelektüel sermayedardan yeni sağın kimi sözcülerine “sosyalizm fikri” aşırı bir özgüvenle, bir tür “zararsız fanteziye”, tüm mevcut aşırılıklar içinde empatiyle karşılanması gereken bir çeşniye dönüşmüştü.
IŞID kadar sosyalizm vardı, Ukraynalı Naziler kadar Mısır’da kendini yakan işsizler vardı, ABD’de biz %99’uz diyenlere Türkiye’de Gezi’nin hayaleti eşlik etti.
Özgüven ve korku…
Zararsız bir fantezi olarak “sosyalizm fikri” ile tüm aşırılıklara önlem talep eden “liberal restorasyon” fikri özgüven ve korku olarak, ikiz duygular ve iç görüler olarak aynı ortama doğdu.
Daha ötesi şudur...
Bir temenni ya da tersine bir tehdit olarak “liberal restorasyon” fikri 89-91 dönemecinde, zaferini tüm dünyaya ilan eden sosyalizmsiz dünyanın, liberal paradigmanın sadık bir izleyicisi oldu.
Bugünün dünyasının Trumplı, Putinli, Tayyipli aşırılıklarını, olsa olsa 89-91 zaferinin, bir tarihsel ütopya olarak “liberal evrenin” sapmaları olarak gören yeni sağ entelektüel dünya ile her taşın altından düzenin liberal restorasyonunu bekleyen düzen dışı sol aynı zihin haritasında buluştu.
Birbirine zıt bu iki görüşü birleştiren nedir?
Özüne rücu edebilen, yenilmez ve külyutmaz düzen fikridir en başta.
Oysaki 90’ların yeni sağının beklentilerinin aksine bugünün aşırılıklarla belirlenen dünyası “liberal paradigmadan” bir sapma değil, tam da onun “geniş meşrepliliği” içinde hayat bulmuş ve ancak sosyalizmsiz bir dünyada gündeme gelebilecek türden bir dünyadır.
Ve paralel biçimde bugünün aşırılıkları “asıl düzeni” perdeleyerek “koftiden” çelişkiler üreten sahte bir düzen, her an restore edilebilecek sapmalar değil bizatihi tüm çıplaklığıyla 89-91 in doğrudan sonuçlarıdır.
Liberal paradigmanın vardığı yer bugündür; otoriterlik, aşırılık, tek adamlık, neofaşizmdir. Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler boy boy ve tür tür faşizmlere sunulmuş ehliyettir.
Ötesi, arkası, asılı, özü başka yerde aranmamalıdır.