Bugünlerin olayı değil.
Son yılların, son yirmi, otuz, elli yılın da olayı değil.
İmparatorluğun çöküş günlerinden bu yana türlü cephelerde, acımasız çöllerde, bütün yarınları, başka deyişle hayatları ellerinden zorla, ‘cebren’ - ya da hile ve yalanla ellerinden alınan gençler - vatanları olmayan, aslında hiçbir zaman vatanları olmamış toprakları düşmana – ama hangisine? Gerçeğine mi, yoksa düzmecesine mi ? – karşı ‘savunurken’, bugünlerinden öteye uzanan bütün köprüleri atılanlar!
Milli Mücadele’nin zaferle noktalanmasının ardından, İzmir’de, “Hemen ilerleyelim Paşam, Balkanlarda ve Orta Doğuda kaybettiğimiz bütün topraklarımızı geri alalım!” diyen paşalarına, Başkomutan Gazi Müşir Mustafa Kemal’in cevabı : “Hayır, artık ilerlemeyeceğiz ! Çünkü o topraklar hiçbir zaman bizim değildi! Bizim vatanımızın sınırları Misakı Milli ile çizilmiştir!”
Türk tarihinin en gerçekçi cevabı -kuşaklar boyu gençleri yutmuş bir yanlışa son veren cevap.
Gençliğin ‘yetişkinler’ ya da ‘büyükler’ tarafından düşünebilecek en hoyratça, en acımasız biçimde harcanmasını noktalayan bir cevap.
Ve sonra, “Ey Türk Gençliği!” seslenişi ile başlayan, bir imparatorluğun yıkıntıları üzerine inşa edilmiş yepyeni bir Cumhuriyet’in daha önce, kuşaklar boyunca, sadece harcanmaya layık görülmüş bir gençliğe emanet edilişi.
Ve sonra, ‘Köy Enstitüleri’ adıyla bilinen destanın yazılmaya başlaması.
Bir zamanlar sadece harcanmaya layık görülmüş bir gençliğin bu defa Misakı Milli sınırları içerisinde oluşturulmuş gerçek bir vatanın aydınlanma mücadelesi için seferber edilmesi.
Bir yaz mevsimi kadar kısa süreler içerisinde kışlarda çatısı altında okuyacağı binaları kuran bir gençlik - Koyunlarını otlağa götürürken, çıkınındaki peynir ve ekmeğin yanına “Antigone” çevirisini de katık eden gencecik çobanlar - en az Milli Mücadele kadar soluk kesen, ama kimseyi soluksuz bırakmayan bir aydınlanma savaşımı.
Ama sonunda o gençlerin geleceğini de harcadılar.
Onların sadece aydınlanmak, Aydınlanma’sını iki yüz yıl önce tamamlamış bir dünyada ayakta kalabilmek için inşa ettikleri çatılarını, gericiliğin ve karanlığın darbeleri ile başlarına yıktılar.
Anadolu Aydınlanması’nın mimarları olan bir avuç aydının köküne on, on beş yılda kibrit suyu ekip, imecenin yerine soygunu, aydınlanmanın yerine karartmaları geçirdiler.
Bütün bunları, hep kimi ‘yetişkinler’ yaptılar!
Onlar ki, aslında kendilerini hep “yetişkinler” diye nitelendirirken, aslında hayatları boyunca hiç, ama hiçbir şeye yetişememiş, hep geri kalmışlardı.
Zaten kendilerini hep aşan gençlere besledikleri sonsuz nefretin kaynağı da buydu.
Hep geri kalmışlığa mahkum olmak!
Ve onlar, aynı mahkumiyet yüzünden, Köy Enstitüleri’ni kapattıktan çok sonra da gençlere karşı nefretlerini kusmayı sürdürdüler.
O gençlerin yarınlarını türlü karartmalarla, ‘ortak akıl’ yalanlarıyla çalmayı hep sürdürdüler! “Ortak akıl yalnızca bizdedir!” naralarıyla, gençleri kendi kurdukları eğitim kurumlarından bile kapı dışarı etmekten asla çekinmediler!
Gerçi bilmiyorlar ve ne yazık ki hiçbir zaman da bilemeyecekler ama, bunu asla başaramayacaklar. Bugünkü gençlerin geleceklerini asla ellerinden alamayacaklar. Çünkü bugünün tarihi, kendini Gezi Direnişi’nden bu yana yeniden yazmaya başladı, ve geçmişte tarihin kendini geriye doğru yazdığı, hiç görülmemiştir!