Yakup Kadri’nin eserinin ana çizgileri

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, edebiyatımızda en etkili romanlardan birinin yazarıdır. Yaban (1932); yalnızca başlarında yayımlandığı otuzlu yılların değil, özellikle kırklı yılların ve altmışlardan sonrasının en çok okunan kitaplarından biri olmuştur. Neredeyse, Yakup Kadri deyince yalnızca Yaban akla gelir olmuş ve bu roman yazarın bütün öteki kitaplarını gölgede bırakmıştır. Yakup Kadri’nin Yaban’la özdeşleştirilmesi ve okumuş insanımızın bilincinde yalnızca bu romanıyla yer etmesi bir başka açıdan büyük bir eksikliğe yol açmıştır. Yakup Kadri’nin eseri incelendiğinde, Yaban ölçüsünde önemli ve güçlü, edebi açıdan belki ondan daha usta birkaç romanının olduğunu ilk bakışta fark ederiz. Bu eksiklik, Cumhuriyet’in kuruluş mücadelesine edebiyat ve politika cephesinde katılmış bir yazarın, milli kurtuluş sürecinin sıcak soluğunu taşıyan eserlerinin yeterince değerlendirilememesi, önemli bir kaynaktan ve katkıdan yoksun kalmak demektir.

Gerçi, bu savımızı çürütecek bazı veriler de yok değildir. Sözgelimi, bugün, Yakup Kadri’nin eserlerinin yeni basımlarında her birinin sekizer onar baskı yaptığını gösteren notlar vardır[1]; bu demek değil midir ki, yazarımız yeterince okunmaktadır. Belki, evet; fakat bu eserlerin ilk baskılarıyla sonraki baskıları arasına giren uzun yıllar, edebiyat eserlerinin estetik ve toplumsal çözümlemesini yapmakla yükümlü eleştiri çalışmalarının Yakup Kadri romanlarıyla ilgili ortaya koyduğu cılız ürünler, yazarımızla ilgili monografilerin, araştırmaların azlığı, eserle etkinliği arasında büyük bir uçurum olduğunun sağlam kanıtları olarak sayılabilirler.

En iyi eleştirmenini Rusya’da bulan Bir Sürgün

Yakup Kadri üzerine elimizdeki en önemli çalışma hâlâ 1960’da yayımlanan Niyazi Akı’nın eseridir[2]. Yakup Kadri hayatının son döneminde edebi eserinin daha iyi incelenmesini kolaylaştıracak beş anı kitabı yazmışken edebiyat eleştirisi yapanların yeterince ilgi odağına girmemesi oldukça düşündürücüdür.

Yazarın yetkin romanı Bir Sürgün (1937) üzerine en özlü değerlendirmelerinden birini kendisine mektup yazan bir Rus okuyucusu Petrof Kuznetsof yapmıştır. Bizde ise bu roman üzerine yazılanlar gülünç denilecek ölçüde yüzeysel kalmıştır. Kitabın 1987 yılında yapılan 5. baskısındaki bu değerlendirmelerden aktarılan pasajlara bakılabilir.[3]

Yakup Kadri edebiyatının önemi, kendini bütünüyle özdeşleştirdiği bir inkılâp mücadelesinin içinde yaratılmakla sınırlı değildir; aynı zamanda, bizdeki geçmişi pek fazla eskiye gitmeyen gerçekçi bir edebiyatın usta örneklerini oluşturur. Romanımızda Samipaşazade Sezai’nin, Nabizade Nâzım’ın ilk örneklerini verdiği, Halit Ziya’nın romancı ustalığıyla temellerini attığı gerçekçilik okulunu Yakup Kadri güçlü bir dil ve kurgu ustalığıyla romana uygulamıştır.

Romanla Cumhuriyet’in Panorama’sı

Yakup Kadri’nin sondan bir önceki romanı Panorama, 1950-1954 yıllarında iki cilt halinde yayımlanır. Kitabın yazılış tarihinin de yayın yıllarını öncelediği varsayılabilir. Bu döneme damgasını vuran tarihsel iki önemli değişmeyi not edebiliriz: Birincisi, ABD öncülüğünde, ön saflarında Türkiye’nin de görev aldığı, Sovyetler Birliği’ne karşı büyük bir “soğuk savaş”ın başlatılmasıdır. İkincisi ise, iktidarın Cumhuriyet Halk Partisi’nden Adnan Menderes, Celal Bayar, Fuat Köprülü üçlüsünün yönetimindeki Demokrat Parti’ye geçmesidir. Yakup Kadri, düzende köklü bir değişikliğe girişildiği bir dönemde bir kez daha sanatıyla gelişmelere eğilmek istemiş ve Panorama’yı yazmıştır.

Romanın sonunda, Yakup Kadri’nin kemalizmden etkilenmiş iki karakteri Fuat ile Ahmet Nazmi, Aksaray civarlarında bir türbede tarikat ayini yapan yobazlarca taşlanarak öldürülürler. Bu simgesel katliam, ülke tarihinin sermaye sınıfı ve toprak ağaları yönetiminde girdiği gericileşme sürecinin sonuçlarına yönelik güçlü bir uyarıdır.

Roman, adının da çağrıştırdığı gibi, 30 yıllık bir Cumhuriyet deneyiminin nerelerden yola çıkarak nerelere geldiğini, ülke panoraması içinde sorgulamayı dener. Denilebilir ki; Yakup Kadri’nin romanlarını inceleyerek, 20. yüzyılda, ülkeye ilişkin daha geniş bir tarihsel-toplumsal panoramanın ipuçlarını bulmak mümkündür. Panorama romanında, Yakup Kadri’nin kalkınmacı ve iyimser ütopyasının, sınıfsal çelişkilerin ve gerçeklerin zorlayıcılığında paramparça oluşunun acılı bilinci dışa vurur. Bu ütopyanın dağılışının temel nedeni, hiçbir zaman bir burjuva ütopyasının sınırlarını aşamamış olmasıdır diyebiliriz.

İhtilal-i Kebir’in şehrinde yok olan insan hürriyeti

Gerçi, yazarın 1937’de yazılan Bir Sürgün (1937) romanı, âdeta, Paris’te, burjuva cumhuriyetinin Büyük Devrim’le kurulduğu yerde, insanlar için nasıl bir sefalet ve çürüme ürettiğini göstermek için yazılmıştır. 1904 yılında İzmir’den Paris’e kaçan Jöntürk sempatizanı Doktor Hikmet’in, “hürriyet” sevdasıyla geldiği, hürriyetin bu beşiğinde insanlığın sermaye sınıfına ve aristokrat döküntülerine nasıl esir düştüğünü kavramasıyla sona erer. Bu kavrayış Doktor Hikmet’e ölüm pahasına olmuştur ama yazar okurunu insanca yaşamın başka bir düzende aranması gerektiği sorusuyla karşı karşıya bırakmıştır. Kitapta kapitalizmin eleştirisini yapanlar ise, 1904 yılında Paris’e sürgün gelmiş Rus Bolşevikleridir. Yakup Kadri’nin kahramanı onların düşüncesini açıkça benimseyemese de burjuva demokrat hayallerinin yıkılışı bu düşüncelerin saldırısıyla olmuştur. Acaba Yakup Kadri Bir Sürgün’le on beş yıldan fazla süren bir kuruluş sürecinin sonuçlarının bilgisiyle burjuva ütopyasının çıkmazını mı göstermek istemiştir?[4]

Yakup Kadri, Bir Sürgün’de Doktor Hikmet’in hikâyesinden çok bir şehrin hikâyesini yazmıştır; Paris! Bunu da sanki içinde doğup büyüdüğü bir şehri anlatıyorcasına doğallıkla, ustalıkla yapmıştır. Bundan hemen önce yazdığı roman ise Ankara’dır (1934); “inkılâbın kalbi” olan şehir, kitabın adıyla başlayarak bir roman kahramanı olarak alınmıştır. Yakup Kadri’nin bir başka romanını yazdığı şehir ise İstanbul’dur; işgal altında bir Sodom ve Gomore (1928). Yakup Kadri’nin romanını yazdığı şehirler listesine bir ölçüde Anamın Kitabı’yla (1957) Manisa’yı da ekleyebiliriz. Demek oluyor ki Yakup Kadri, yalnızca tarihsel akışın hızlandığı bir dönemin sahneye çıkardığı tiplerin romanını yazmakla yetinmemiş, bu sürecin izler bıraktığı şehirleri de, mekânları da sanatının odağına almıştır.

Yalnızca şehirler mi? Selim İleri bir incelemesinde Yakup Kadri’nin “konak” denilen bütün bir toplumsal tarihsel mekânın romancısı olduğunu söyler.[5] Yaban’la (1932) birlikte Yakup Kadri’nin mekân dünyasına uçsuz bucaksız Anadolu bozkırını da eklememiz gerekir. Nasıl ki, yalnızca insanların, konakların değil, şehirlerin de romanını yazdı ise, Yaban’la, asıl kahramanlarından biri olarak, kısıtlı koşullarıyla insanı dar bir yaşama hapseden büyük Anadolu bozkırının romanını yazmıştır.[6] Bu öyle bir bozkırdır ki sanki bugün ile binlerce yıl önceki tarih arasında hiçbir şey değişmemiştir. Mehmet Ali’nin anasının yüzündeki bozkır çizgileriyle, Hititlerin toprak tanrısı “Bereket Ana” arasında ortak çizgiler vardır.

Türk edebiyatının, yağmacı sermaye çetesinin uzantısı yayınevleri, edebiyat dergileri, gazete köşeleri eliyle düzenlenen kampanyalar, pogrom’lar da diyebiliriz, bitirildiği günümüz koşullarında, gerçekçi ve insani bir edebiyatın yeniden doğması için, dilimizin Yakup Kadri benzeri gerçekçi ustalarının okunması ufuk açıcı olacaktır.

 

 

 

[1] Bu çalışma için kullanılan Yaban’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan 1998 tarihli nüsha romanın 33. baskısıydı. Roman’ın başındaki nota göre bu yayınevinden önce 15 baskı daha yapılmıştı.

[2] Niyazi Akı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu: İnsan, Eser, Fikir, Üslûp, İstanbul, İletişim, 2001.

[3] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Bir Sürgün, Baskıya Hazırlayan: Atilla Özkırımlı, İletişim Yayınları, İstanbul, 1987 (5. basılış; 1. baskı Ankara 1938). Bu romanı Fransa’ya gidecek gençlere bir kılavuz gibi değerlendiren D.A. Yüceler, yazarın “garip” bulduğu bir dipnotunu eleştiriyor (s. 310). Baha Dürder’in yazdıklarından ise romanın gazetede tefrika edilirken, konuşmalarında geçen Fransızca kelimelerden dolayı mizah dergilerine konu olduğunu öğreniyoruz. Rus okur Petrof Kuznetsov’un mektubu ile Yakup Kadri’nin cevabı da kitabın sonuna eklenmiş (s. 312-316)

[4] Kadro dergisinin ideolojisi incelendiğinde bu soruyu başka türlü sormamız gerekebilir. Çünkü Kadro’nun aradığı düzen kapitalizmden de, sosyalizmden de farklı bir düzendir; buna “üçüncü yol” diyenler vardır. Yakup Kadri “Milli Kurtuluş İnkılâbı”nın bir yazarı olarak, bu üçüncü yolun haklılığını göstermek için kapitalist düzenin çürümüşlüğünü sergilemeyi zorunlu görmüştür. Panorama’daki karikatür komünist tipiyle de sosyalist düzeni eleştirmeyi deneyecektir. Ancak bu soru yine de sorulmalıdır. Çünkü Kadro’nun 1934 yılında kapatılmasına ve Yakup Kadri’nin “zoraki diplomat” olarak ülkeden uzaklaştırılmasına neden olanlar, bu üçüncü yolu çiğneyip geçen sermaye çevreleridir. Kadro hareketinde onlarla mücadele eden Yakup Kadri, “üçüncü yola” hiçbir yaşam alanı tanımayan bu gerçeği göz ardı etmiş olamaz.

[5] Selim İleri: “Kiralık Konak’tan Hep O Şarkı’ya uzanan çizgide Yakup kadri konağın romanını yazmıştır. (…) Konak, Yakup Kadri için bir tür gözlemevi. Toplum, toplumsal sorunlar, tarihsel dönüm noktaları, değişim sürecindeki dönemler hep konağın dolaylarında izlenmiş, saptanmış. Edebiyatımızda konağı ilk kez Yakup Kadri’nin önemsediğini, abartılmamış biçimde ele aldığını söyleyebiliriz.” Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hep O Şarkı, İstanbul, İletişim, 5. baskı 1987 s.193.

[6] Şevket Süreyya Aydemir, Kadro dergisindeki Yaban’la ilgili yazısında “bozkır”ı eksene alır: “Biz bozkırın çocuklarıyız. Bozkır bir meyve verdi ki onun adına Türk Milleti dediler. // Bozkır güzeldir, engindir, fakat merhametsizdir. Türk milleti bu bozkırların ve yaylaların üstünde hareket ve kudretini kaybettiği gün daima onun elinde zebun kaldı ve iptidaileşti. // Bu macerada Ahmet Celal’in düşmanı bu duygusuz köylülük değil, bilakis hem Ahmet Celal’in hem bu köylülüğün düşmanı bu asi tabiattır. // İşte Yaban’da akseden içtimai örgü, bu çorak stepler ortasında şimdiye kadar bilinmeyen, şimdiye kadar terk olunan insan malzemesinin karakteridir.” (Aktaran: İlhan Tekeli – Selim İlkin, Kadrocuları ve Kadro’yu Anlamak, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003, s. 313)