Birer birer kaybediyoruz, bizi, büyük bir aydın kıtlığında bırakarak gidiyorlar. Her zaman Marksist gözle, sorgulayıcı bakabilen yazar, çevirmen, öğretmen Veysel Atayman’ı da kaybettik. Son kitaplarından biri, Postmodern Kurtarıcılar, Holywood sinemasının insanüstü kahramanlarını, neoliberal ekenomi politiğin insanlığı kuşatma süreci içinde inceliyordu. Postmodern sinema, sanat ve felsefenin asıl belirleyenini, tekelci sömürü düzenini gözardı etmeden çözümlemek, bugün en çok ihtiyacımız olan işlerden biridir.
Veysel Atayman, son yıllarda aklımızı esir alan “postmodern kurtarıcıları” deşifre ederken, bunun panzehiri bir aydınlanmayı da temel düşünce ve felsefeleriyle yeniden gündemimize sokmuştu. Aydınlanmanın ansiklopedi yönteminin birer somutlaması olan Etik, Aydınlanma, Hukuk Felsefesi kitaplarını derleyip çevirdi. Aydınlanma nedir, sorusunu soran Kant Felsefesine Giriş kitabını hazırladı. Spinoza’nın İlâhiyat Peygamberlik Hakkında kitabını çevirdi.
Veysel Atayman’ın bir yazar ve çevirmen olarak bütün emeğini sosyalist bir aydınlanmanın temel taşları diyebileceğimiz eserlere verdiğini söyleyebiliriz. Felsefi birikimi ve dil bilinciyle üstesinden geldiği, Almancanın Bercht, Canetti benzeri önemli yazarlarını onun çevirilerinden okuduk.
Veysel Ağabey, 10 Ekim 2015 tarihinde bu sayfada yayınlanan Küçük Burjuva Sinemasının Sonu başlıklı yazımla ilgili bir elektronik mektup göndermişti. Küçük burjuva sinemasının sonunu ilan etmeme hak vermekle kalmıyor, bu sinemanın başlangıcına, doğuş koşullarına tanıklığına dayanarak kısa bir tarihçe çıkarıyordu.[1] İstersem, bu mektubu yayınlayabileceğimi de not etmişti.
Mektubu İnsancıl dergisi yayınlayacaktı, kâğıt derginin malum koşulları nedeniyle bir hayli gecikti. Ne yazık ki, Veysel Atayman’ın bu mektubu bugüne kaldı. İmkân olamadı, yazıyı açıp tartışmayı geliştiremedik…
Veysel Atayman’ı sevgiyle anıyor, onun sorgulayıcı tutumunun, heyecanlı öğretmen kişiliğinin, emekten yana bakış açısının samimi bir örneği olarak, küçük burjuva sinemasının başlangıcını ve sonunu tartışan mektubunu yayınlıyorum.
Sevgili Sadık,
Sinema yazısını İlkin (teşekkürle) hemen yaydı çevresine vb. Bu “Yeni Türk” sineması” meselesinin temeline biraz inerek bu çıkardığın sonuçlara ulaşmak ayrıca ilginç olacaktır.
Yolun başı: Sinematek
1966’larda sinematek ile tanıştık. Devrimin elinin kulağında olduğu yıllar! Sinematek şu “zavallı Türk/Yeşilçam” sinemasının yol açtığını varsaydığı “açlığımızı” gidermek için (Yeni Dalga’nın onuncu yılı, İngiliz Yeni Dalgası, Passolini, Bisiklet Hırsızları vb; Alman Genç sineması, Birkaç Bergmann vb. Polonya, Çek sineması ).
Sonuç da biz gerçek sinema budur, diye ağzımız hayran açık, aslında pek de bir şey anlamadan, sinematek “hocalarımızın” yorumlarıyla dolup taşıp çiçek pasajını boylar; “yahu ne izledik şimdi?” kırık dökük entel söyleşilerimize orada devam ederdik.
Derken “Ağıt” ve “Umut”, ardından Lütfi Akad, “Kızılırmak”, üçlemeler, bir ara ilgi alanı oluşturdu. Bu Batı sinemasının (hiçbir düzleminde eline su dökemiyorlardı); ama devrim öncesi ortamda (demokratik burjuva sineması evresi dediğin) örneklerle bizleri ikilemlerde bırakmaya başlamışlardı.
“Ulusal sinemacılar” Batı sinemasına cepheden karşı çıkarken “Osmanlı-tarih mitolojisi” içinde demokratik-burjuva arayışlarının gerisinin gerisine tekerlendiler daha ilk adımlarda. (Erksan farklıydı, bu ayrı).
İhanet
Umut’un gösterileceği gün, Mis sokaktaki salonda, Yılmaz Güney mutfakta çay içiyordu. Yüzü sıkıntıdan kıpkırmızıydı. Erkendi. Az sonra “entelektüel- devrimci –(burjuva,?) sinematek müdavimleri küçük salonu dolduracaklardı. Ortalıktan kayboldu film başlamadan.
1966 -ve sonrası, tek bir Türk (Yeşilçam) filmi, haftada bir olsun tartışılmadı. Biz de utanıyorduk sözünü etmeye. Bir “Kanun Namına”, “ Kanlarıyla Ödediler”, “Namus Uğruna” (O. F. Seden, altmışlı yılların başı) hiç çekilmemişti. Oysa bu dönem, “Kara Dizilerin” etkisine çok şey borçluydu. Kara diziler 1940’ların (ABD, Fransız) sinemasında, toplumun cilalı yüzüyle gerisindeki döküntünün mitolojisi içinde dolaşırken, şeytan kadınlar, döküntü özel dedektifler, burjuva düzeninin fokurdayan cehenneminin (popüler sinemanın mitoloji ve gerçeklik arasında izin verdiği sayısız ürün) sinemasıydı; hele Orson Wells örnekleri; (Big Sleep, Malta Şahini vb .)
Ayhan Işık’ın sevgiye, emeğe dayalı ailesinin yıkılması, yeni yetişme cumhuriyet burjuvazisi ailesinin eseriydi. Ayhan Işık, Kasımpaşa’da bir torna, tamir atölyesinde emekçiydi. Kaçıp oraya saklandı. Tamirhanenin kepeklerini indirdi koruyucu olarak. Emekçi emeğinin değer kazandığı coğrafyaya sığınmıştı. “Kanun Namına” diye uyarıyordu polis dışarıdan. Bu ve benzer filmleri, hele asıl politik sinema olan komedimizi (65-78’ler arası) konuşabiliriz.
Sinematek derme çatma sol entelektüellerin yüksek sinema bilgisiyle donanmasını sağladı. Darbelerde darmadağınık oldu. Belgesel filmleri bile koruyamadı. Onat Kutlar, İstanbul Reklam’da harikalar yarattı ardından. (Bira bu kapağın altındadır!)
Kenan ile Yusuf’un senaryosunda farklı bir denemeye de imkân buldu.
Akademiler
Seksenlerle birlikte, Batıda yetmişlerde yayılan “sinema-film akademilerine” öznen kurumlaşmalar başladı.
Sinematek’in bıraktığı yerden devamdı bunlar. Üst düzey sinema teorileri (hepsi çeviri); bu teorilere dayalı doktoralar, çalışmalar, bir süre aldı başını gitti. İyi de, bizim sinemamız yokken akademi bize batı sinemasını mı tanıtacaktı.
Birden “Yeni Türk sineması” keşfedildi.
Balı, sütü, yağı, yumurtası, Üç Maymun’u, Kasaba’sı derken Akademilerden de homurtular yükselmeye başladı.
Yazıyı imkân olsa açıp dururuz. Bu küçük burjuva nihilizmi, empotan bir sinema, bir Kanun Namına’nın eline su dökemez, derken tek bir açıklamam yetecektir: namusunu korumaya çalışan adam Kasımpaşa’daki emekçilerin bir figürüydü. Oradaki namusunu koruma refleksi de bu toplumun ilkel kimlik sınavıydı. Eleştiri dipteydi. (Bugün bunun cevabı ortada zaten).
Bu akademi malzemesi yönetmen adaylarının en büyük handikapı Çehov’un, Dostoyevskiy’in insanını evrensel insan sanmaları. Çehov, Rus taşrası aristokrasisinin zaten dolmakta olan tarihinin kokusunu almıştır. Onun güldürü-trajik eleştirileri, kendi tarihsel-sosyal gerçekliğinin çarpıcı yansımalarıdır. Eşsizdir. Ama devrim öncesi Rus taşra aristokrasisinin tablosundan bir “Kış Soğuğu” malzemesi çıkartmaya kalkınca, yolun daha başlarken sonu gelmiştir.
Seyretmeyene tavsiyem: Angelopoulos’un “Avcılar” (galiba 78) filmini izleyin. Egemen sınıfın o noel günü eğlenmeye geldiği otelin çevresinde kanayan bir gerilla buldukları filmden söz ediyorum. 1948-52, beş yıl önce öldürülüp orada bırakılmış gerillayı otele taşırlar ve ölü hâlâ kanamaktadır. Brechtiyan bir Angelopoulos filminin doruğudur bu film. Egemen sınıfın, generalin, hakimin, milletvekilinin, suç ortağı kadınların, savcıların mahkemesine döner film. Oturup “Bir Zamanlar Anadolu” ile karşılaştırın. Aynı kanayan ölü üzerinden biri ne anlatıyor, öteki, zamansız bir yerde zamansız bir kurmacada ne anlatmak istiyor!
Yeni Türk sineması sinematek entel-züppeliğinin bir mirasıdır.
Eline sağlık Sadık arkadaş.
Veysel Atayman
9 Aralık 2015
[1] Bu yazıyla ilgili bir başka eleştirel cevabı Kaan Turhan yazdı. Turhan “küçük burjuva sinemasının sonunun” ilan edilişine ve Zeki Demirkubuz’un eleştirilmesine itiraz eden yazısını üç dergide birden, İnsancıl, Üvercinka, Berfin Bahar’da yayınlatma başarısını gösterdi. Küçük burjuva sinemasının çöküşüne karşı bu savunma ortaklığı ilginç bir durum… Veysel Atayman’ın köklü bir tarihçeyle doğrulaması ise benim açımdan umut verici. Asıl umudu ise, İftarlık Gazoz’la Yüksel Aksu’nun devrimcilere saygı duruşu niteliğindeki ve Yılmaz Güney sinemasıyla köprü kuran halkçı sineması somutluyor.