Tarihin mutlak bir düşünce/akıl tarafından belirlenmiş bir amaca doğru ilerlediği önermesinin düşünsel babası Hegel’dir.
Klasik Alman felsefesinin bu en gelişkin ve “son” temsilcisinin Marksizmin oluşumundaki etkisi yadsınamaz. Marksizmin ulaştığı teorik soyutlama düzeyinde, eleştirip aştığı görüşlerin, bu arada Hegel düşüncesinin gelişkinliğinin de payı olduğu açıktır.
Marx, Hegel’in başaşağı duran idealist diyalektiğini, materyalist bir yorumla ayakları üzerine oturtmuş, “tarihsel ilerleme”, “tarihin amacı/yönü” sorunsalına ise “tarihin ve toplumun hareket yasaları” üstbaşlığı altında yepyeni bir bakış ve açılım getirmiştir.
Dahası, Marksizm, idealizm eleştirisini, kaba/mekanik materyalizm eleştirisiyle birleştirmiştir. Mutlak düşünce ve kaba materyalizmin farklı gerekçelerle vardıkları sonuç birbirine yakındır: Tarih, ister insan aklını aşan “mutlak düşünce”nin, bir “üst aklın” eseri sayılsın, ister maddi nesnel etkenlerin kaçınılmaz sonucu olarak görülsün, iki durumda da insan edilgen bir varlıktır; nesnedir. Marksizmin insanlık düşüncesine en büyük katkısı, insanı, eyleyen, yapan, dünyayı ve kendi yaşam koşullarını değiştirebilen bir aktif özne konumuna yerleştirmesidir: Doğa ve toplum, belli hareket yasaları çerçevesinde devinirler; gerçektirler ve nesneldirler. Ama, doğa ve toplum içindeki insan eylemi, pratiği de, var olan gerçeği değiştirme kapasitesi barındıran bir nesnelliktir.
***
Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra Hegelci kavramlar, egemenler, burjuva ideologları arasında da moda oldu. Fukuyama, liberalizmin mutlak zaferini ve “tarihin sonu”nu ilan etti. Onu başkaları izledi.
Erdoğan da, son zamanlarda “üst akıl”ı çokça kullanıyor. Örneğin, Kobané olaylarından sonra 26 Ekim 2014’te, “Şu anda PYD'nin mantalitesinin bu kadar güçlü olduğunu düşünmüyorum. Muhtemelen daha üst bir akıl var” dedi. İki gün önce Batman’da, “Bölücü örgütle paralel örgüt el ele vermiş, yeni Türkiye’ye giden yolu tahrip etmeye çalışıyorlar. Her ikisi de aynı üst aklın farklı yöntemler kullanan birer taşeronudur. Milletimiz bunların gerçek yüzünü, attıkları her adımda, ağızlarından çıkan her sözde biraz daha görüyor” diye buyurdu.
Erdoğan, “üst akıl” derken, kendisine komplo kuran “dış” güçleri ima ediyor; aslında onlara değil, içeriye, veli nimeti “seçmen”e sesleniyor. Erdoğan’da “üst akıl”, yalnız “mağdur” görünmeye değil, aynı zamanda emperyalist merkezlere meydan okuyan lider imajını canlı tutmaya yarayan bir kavramdır. Etkisiz olduğunu söyleyemeyiz.
***
“Üst akıl” deyimi, son zamanlarda, bir de, solda emperyalist merkezlerin planlarını, bir plan tutmadı mı ötekini öne süren manevra yeteneğini, kaos yönetme kapasitesini anlatmak için kullanılıyor. Emperyalist-kapitalist devletlerin, büyük siyasal, askeri güçlere hükmettikleri, politik strateji, diplomasi, askeri güç, istihbarat, espiyonaj vb. araç ve yöntemlerini kullanarak paylaşım ve hegemonya mücadelesi, kavgası yürüttükleri, her aşamanın gereklerine uygun stratejiler, planlar, komplolar kurdukları doğrudur. Aklı başında hiç kimse, kağıttan kaplan olduklarını söylemiyor.
Öte yandan, birbiriyle rekabet ve çatışma içinde olan birden fazla “üst akıl” var. Bu mücadele ve savaşların hangi somut biçimleri alacağı, kimin üstünlüğüyle sonuçlanacağı belli değil. Hiçbir emperyalist gücün iradesini ötekilere kabul ettiremediği, hiçbirinin stratejik planlarını kurduğu gibi yaşama geçiremediği zamanlardayız.
Dahası, emperyalist-kapitalist sistem 2008 krizinden çıkabilmiş, bu kriz de “her zamanki” krizlerden biri değil. Sermayenin var olan birikim modelinin kendisini yeniden üretmekte zorlandığı, yenisine de geçemediği bir “sistemik kaos”un içindeyiz. Krizden yeni Keynesçi bir çıkış yolu, emekçilere, yoksullara “sus payı” verecek bir esneme payı görünmüyor. Sistem, sermayenin, ilkel birikim ve borçlandırma yöntemleriyle toplumsal proletaryayı, orta katmanları maddi ve toplumsal anlamda mülksüzleştiren, kendisi için “yaratıcı”, emekçiler için “yıkıcı” neo-liberal programlar dışındaki seçeneklere kapalıdır.
Kısaca resmetmeye çalıştığım bu dünya ortamında, uluslararası krize çare üretebilecek, sistemik kaosu sona erdirecek, hareket halindeki irili ufaklı yüzlerce aktöre söz geçirecek bir üst akıl ve üst güç bulunmuyor.
“Üst akıl” söylem ve çözümlemeleri emperyalizmin gücünü abartıyor. “Üst aklın”, kaos ortamında doğan siyasal boşlukları dolduracak güç ve yetenekte olduğunu ileri sürüyorlar. Daha önemlisi, örneğin Türkiye somutunda AKP karşıtı, Rojava’da IŞİD karşıtı tüm çıkış ve gelişmeleri “üst aklın” inisiyatifine bağlıyorlar. Bu yaklaşım, sol harekette zaten var olan apolitizmi, konformizmi ve marjinalciliği körüklüyor.
Oysa, böyle dönemlerde, öznel etmenin rolü ve hareket alanı büyüyor. Böyle dönemlerde, belli bir gücü, toplumsal temeli olan, görece küçük siyasal özneler olayların gidişine etkileyebiliyor, yapma ve yaptırmama iradelerini, erklerini geliştirebiliyorlar.
Devrimci aklın, devrimci öznenin, tarihe iradesini dikte ettirmek türünden bir üstün gücü yok. O da, kendini tarih oluşurken oluşturuyor. Devrimci ve dönüştürücü olabilmesi için, ilk önce, mutlak bir güç atfedilen “üst akıl” mistisizminden kurtulması gerekiyor.