“Çok çok gözlerini öperim”; Tonguç’un mektupları böyle bitiyor. Köy Enstitülerinin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç, 1930’larda, yüzde sekseni köylerde yaşayan bir toplumda aklın ışığını yayacak bir yol bulmaya çalışıyor. Oğlu Engin Tonguç’un derleyerek 1976 yılında ilk baskısını yaptığı “Mektuplarla Köy Enstitüsü Yılları (1936-1946)” (Güldikeni Yayınları, 3. Basım, 1999, Ankara) İsmail Hakkı Tonguç’un karşılaştığı engelleri nasıl yılmadan aştığını, eğitimle, toplum ve insanla, yaratmaya çalıştığı Köy Enstitüleriyle ilgili düşüncelerini, günün sıcaklığı içinde ortaya koyuyor.
Bu mektuplara, Köy Enstitülerinin romanı ya da eğitbilimsel destanı da diyebiliriz.
Engin Tonguç, Köy Enstitüsü müdürlerine, öğretmenlerine, öğrencilerine sürekli mektuplarla düşünce ve duyarlılık kazandırmaya çalışıyor. Köy Enstitülerini kurmak ve geliştirmek için yasa çıkarmak, ödenek bulmak, resmi yazışmalar yapmak yetmiyor. Yapılan işin toplumsal anlamını, eğitbilimsel niteliklerini, inceliklerini de müdürlere, öğretmenlere mektuplarla anlatmak zorunda kalıyor.
Herkes balolarda eğlenirken oturup kitap yazmak
Geceleri ise oturup kitap yazıyor. Bu yolla kurmak istediği yeni okulu daha iyi anlatabileceğini ve bu okulda çalışacak yeni öğretmenler bulabileceğini düşünüyor. Köy Enstitülerinin adı o kadar bilinmeyen üçüncü kurucusu Ferit Oğuz Bayır’a, 24 Mart 1938 tarihli mektubunda, “Köyde Eğitim” kitabını yazışını şöyle anlatıyor: “İstediğim evsafta iş arkadaşım azdır. Bunu sana itiraf edebilirim. Birçok kimseleri, yeni ve kuvvetli işler için yetiştirmeyi gaye bilerek sahneye çıkarıyorum. Fakat randıman azdır. Bu işler mutavassıt (“orta çapta”) adamın sökebileceği işler değil. İşte bu sebeplerden dolayı düşündüm taşındım; hiç olmazsa kitap vasıtasıyla da belki beş on kişi kazanırız diyerek, herkesin balolarda, gazinolarda, pastahanelerde eğlendiği saatlerde, bunlara hiç imrenmeyerek, gece yarılarına kadar oturarak kitabı yazdım. İsteğimde yüzde yüz muvaffak olamadım. Ama yine de oldukça orijinal bir şey meydana geldiğini sanıyorum.” (s. 16) Sanki bir roman kahramanıdır; Reşat Nuri’nin beş on bilimsel kafalı öğrenci yetiştirmek için kendini Anadolu’nun küçük bir kasabasına tayin ettiren Şahin Efendi’sidir. Şahin Efendi’nin “inkılâp dediğin bir günde olmuyor” diyerek, inkılâbı geliştirmek, yeni bir çözüm aramak için yoluna düştüğü Ankara’da ise, Yakup Kadri’nin “Ankara” romanındaki balolar yaşanmaktadır. İsmail Hakkı Tonguç, “Ankara” romanında, bu baloların inkılâbın bitişi olduğunu gören Neşet Sabit gibi, inkılâbın “yeni insanının” yaratılması için yollar aramaktadır.
Yetmiş beş yıl önce, 17 Nisan 1940’ta, uzun deneme ve hazırlıklardan sonra büyük adım atılıyor. Meclisten çıkarılan yasayla Türkiye’nin bütün bölgelerini kapsayan 21 Köy Enstitüsü açılıyor. Koşullar son derece güç. Yapı yerinde işler kolay gitmiyor. Kimi zaman bir enstitü müdürü ile bir ilin milli eğitim müdürü birbirine giriyor. Tonguç hemen kâğıda kaleme sarılıyor, iki tarafa da ayrı ayrı mektuplar yazıyor. Lafı dolandırmadan acı gerçekleri sıralıyor.
İşi önce kafaya ve yüreğe sokmak
Köy Enstitülerinin hazırlık aşaması diyebileceğimiz dönemde kurulan Kızılçullu Öğretmen Okulu Müdürü Emin Soysal’a 8 Kasım 1938 tarihinde sert eleştirilerle dolu mektubunda Tonguç, şu temel ilkeyi not ediyor: “Yeni bir iş evvela insanların zihinlerine ve kalplerine sokulur.” (s. 25) Anlaşılan Emin Soysal, nesnel gerçekleri umursamadan kafasındakileri uygulamaya koymak istiyor ve karşısında kendi gibi düşünmeyen bürokratlar ve öğretmenlerle karşılaşınca işleri karıştırıyor. Toplumsal yaşamda ortaklaşa iş yapabilmenin bu temel ilkesi, politika yaparken hep akılda tutulması gereken bir ilkedir. İnsanların bilinçlerine ve yüreklerine işlemeyen hiçbir politikanın başarı şansı yoktur. Kimse kendi kafasındakini ve yüreğindeki başkalarınınkinin önüne ve üstüne koymamalıdır. Ancak ortaklaşa çıkarlar ve istekler doğru ve güzel anlatılabilirse, gönül ve kafa ortaklığı içinde insanı eyleme geçirebilir.
İsmail Hakkı olaylara son derece gerçekçi bakıyor, Emin Soysal’a şu dersi yazıyor: “Her bakımdan ileri kıymetler taşıyan bir tip iş adamına muhtacız. Fakat bir kısım insanlar bu hale gelemiyorsa bunlar senin yaptığın gibi tahkir etmekle, küfürle bu hale gelebilirler mi sanıyorsun? Bu metotlarla bu iş temin edilemeyeceği binbir tecrübe ile anlaşıldığı için senin idarene verilen okul açılmıştır. O ideal insan tipini yaratabilmenin ne kadar şümullü bir mesaiye bağlı olduğunu da görüyorsun. Bir hamlede elde edilebilecek bir gaye olsaydı senin orada didinmene lüzum kalmazdı.” (s. 24-25) Giriştiği savaşımın ne kadar zorlu ve kapsamlı olduğunu çok iyi biliyor. Çevresindeki çalışma arkadaşlarına sürekli bunu anlatmaya, zorluklar karşısında bocaladıklarında mektuplarla direnç aşılamaya çalışıyor. Olayları daha doğru değerlendirmeleri, nesnel görebilmeleri için onlara sağlam bir yöntem, bakış açısı kazandırmak istiyor.
Çalışmanın ve tatilin tadı
Mektuplardan, Tonguç’un, Köy Ensititülerinin her türlü sorunuyla ilgilendiğini anlıyoruz. Ama temel çabası, onlarca durum arasından en yaşamsal ve temel olanı seçip ona öncelik tanımak olarak özetlenebilir.
Enstitüler yeni kurulurken, binalar, derslikler, yurtlar çok yetersiz. Bu koşullarda eğitim yapılmaya çalışılırken pedagojik kaygılarla, bazı müdürler ve öğretmenler öğrencileri bunaltıyorlar. Tonguç bütün enstitü müdürlerine 2 Ekim 1940’ta yazdığı mektupta çalışmaların temel ilkelerini oluşturmaya çalışıyor. “Müdürler, öğretmen, eğitmen ve talebe mesaisinden azami derecede ve fevkalade istifade edebilmek için yapılacak işleri işbölümü dahilinde iyi tertiplemeli, bütün arkadaşlara, kendilerinden beklenen işlerin hududunu, istenen fedakârlığın sebeplerini anlatmalı, onlara iyi ve insanca muamele etmeli, çalışmanın ve tatilin tadını duyurmalıdır.” (s. 32) İnsana çalışmanın ve tatilin tadını duyurmak, Tonguç eğitbiliminin temel amaçlarından biri budur. Çalışan insanın bu işin ortak yaşam açısından anlamını ve işlevini bilmesi, göstereceği özverinin nedenlerini kavraması ve bunu, insanca ilişkiler içinde yapabilme koşullarının sağlanması ne kadar önemlidir. Şöyle devam ediyor: “Elinizdeki elamanı çok çalıştırın, fakat bu arada onlara iyi bakmayı, onların hayati ihtiyaçlarını, eğlencesine varıncaya kadar temin etmeyi de unutmamalısınız.”(s. 32) Eğlencenin, tatilin tadını duyurmak için her fırsatta çeşitli etkinlikler düzenlenmesini öneriyor. Bu konuda müzikten yararlanılmasını öneriyor. Bir mektubunda enstitülere çok sayıda müzik aletleri alınmasını ve bunların her fırsatta kullanılmasını yazıyor. “Her türlü müzik faaliyeti müessesenin her tarafında serbest olmalıdır. Nöbetçi talebe grupları işlerini bitirince veya bir işten serbest kalan talebe kümeleri, münferit çocuklar Enstitünün binalarının içinde, dışında, tarla kenarlarında, bahçelerde, ahırlarda, yollarda gelip gitmelerde bir müzik aleti çalmakta veya teganni etmekte tamamen serbest bırakılmalıdır.” (s.44)
Yeni insan için yeni okul
Tonguç, Köy Enstitüleriyle yeni tipte bir eğitim oluşturmak istiyor. Bunun için eskinin bütün kalıplarını yıkmaya çalışıyor. İlk başlarda işlerini birbirine girmesinden memnun oluyor bile denebilir. Arifiye Köy Enstitüsü müdürü Süleyman Edip Balkır’a 24 Ağustos 1940 tarihli mektubunda şöyle yazıyor: “Herkes bir defa sersemlemeli ki yeni bir vaziyet alabilsin. Halbuki görünüşe göre sen bilinen mektebi hazırlayarak sonra faaliyete geçmek istiyorsun. Bu doğru olmaz.” (s. 29) Eski mektep ile Köy Enstitüleriyle doğmakta olan yeni mektep çatışıyor. Tonguç ortaya çıkan kargaşada eski mektebin can çekişmelerini görmek istiyor.
Eski mektepçiler, ayak direrken, pedagojik gereklilikler can simidine sarılıyorlar. Tonguç’un bu konuda da sürekli çubuğu tersinden bükmesi gerekiyor. Köy Enstitüleri İkinci Paylaşım Savaşı’nın dünyayı saran ağır koşullarında, ekmeğin karneye bağlandığı günlerde kuruluyor. Bu koşullarda öğrencilerin karnını doyurmak daha da güçleşiyor. İsmail Hakkı’nın kişiliğinin temel çizgisi hiçbir koşulda yılmamak ve mücadeleyi bırakmamak; 23 Mayıs 1942’de Nejat İdil’e şunları yazıyor: “İaşe meselesi: Bütün enstitülerde ve memlekette bugünkünden yüz misli daha kötü durum olabilir. Ona rağmen gerekli çarelere başvurularak elimizdeki işi yürütmeye çalışacağız. Dünyanın geçirmekte olduğu misli görülmemiş facianın içinde bugünün şartlarına göre zekâyı azami şekilde işleterek imkânlar yaratacağız.” (s. 53) Bu koşullarda çalışmalara engel çıkaran, iktidara iftiralarla dolu ihbarlarda bulunanlar çıkacaktır. Tonguç ise çalışma arkadaşlarına diyalektik kavrayışın açıklayıcılığıyla güç verecektir: “Fakat hayat böyledir. İyi ne kadar tabii ise kötü de onun gibi bir hakikattir.” (s. 53) Önemli olan bu hakikati bilerek hareket etmektir.
Ölümü tanımayan yurttaşlar
Köy Enstitüsü müdürlerine yazılmış, 22 Ekim 1941 tarihli mektupta sorun çözmekteki temel aracın, bilimsel düşünme olduğunu vurguluyor: “Klasik metotları kırarak, o yeni işe göre, yeni metotlar bulmak lüzumunu, bu bakımdan kafayı bir motor gibi işletmek gerektiğini taktir etmiyorsunuz. Hayatta yeni imkânlar yaratmanın birinci şartı tefekkürdür. Başkalarından üstün düşünmenin, onları istenilen noktaya yöneltmeyi temin edeceğini kestirmeniz lazımdır.” (s. 52)
İsmail Hakkı Tonguç, Köy Enstitüsü müdürlerine 2 Ekim 1940 tarihli mektubunda, Köy Enstitülerinin toplumsal amacını şöyle çiziyor: “Cemiyete, vefakâr, yeni, diri, çalışkan, dürüst, cesur, becerikli, meşakkate tahammül edebilen, müşkül ne olursa olsun yenebilen, tuttuğunu koparan, sosyal hayatın her safhasına nüfuz edebilen, hayat şartlarını değiştirebilen, toprağa bağlı, köklü, insanları ve hayatı seven, ölümü tanımayan vatandaşlar yetiştirmeniz içindir.” (s. 34) İnsanları ve hayatı seven, toplumsal koşulları değiştirmek için mücadele eden, boyun eğmeyen o insanları büyük ölçüde yetiştirdiler.
Köy Enstitülerinden yetişen 18 bin öğretmen bu yeni okulların bu yeni insanları yetiştirdiğinin somut kanıtları oldular. 1960’lar Türkiye’sinin sola açık rüzgârında onların nefesi vardır. Onlar Türkiye’nin eğitbilimsel destanı oldular.