Nahid Sırrı Örik’in Sultan Hamid Düşerken romanı, edebiyatımızın 1908 Devrimi’ni ve devrimcilerini anlatan güçlü romanlardan biridir. Romanın baş kişisi, 10 Temmuz (Miladi takvimle 23 Temmuz) 1908 ihtilalinin, Talât ölçüsünde ön saflarında bulunan Şefik, Sultan Hamid’in paşalarından birinin damadı olduktan sonra, iktidarın ve servetin etkisiyle yozlaşmıştır. Roman Şefik’teki bu değişimi anlatırken, onun kişiliğinde, iktidara gelen ve sömürü üzerine kurulu bir hayatı savunan burjuva sınıfının nasıl gericileştiğini, insani niteliklerini nasıl yitirdiğini de gösterir.
Şefik’teki değişimi başlatan, romanın ondan daha belirleyici karakteri Nimet’tir. Sultan Hamid’in hırsız paşalarından Şahabeddin Paşa’nın kızı Nimet, Nahid Sırrı’nın her cümlesine içkinleşmiş bir biçimde, tam anlamıyla egemen sınıfın bir bireyidir. Aristokrat sınıfın asalak hayatının oluşturduğu bencillik, kendini beğenmişlik, topluma ve insanlara mevkilerine göre bakış, bütün duygularının maddi çıkarlar ekseninde belirlenişi Nimet’in karakterinin ana çizgilerini oluşturur. İhtilalin şiddetli fırtınasından korunmak amacıyla yardım istemek için gittiği İttihat ve Terakki merkezinde karşılaştığı Şefik’te onu çeken şey de, iktidara yakın oluşudur. Nimet, babasından daha esnek bir biçimde, aristokrasinin çöküşünü ve burjuvazinin yükselişini görmüş ve o ölçüde de ihtiraslarını karşılayacak seçimlerde hesapçı ve cüretkâr hareket etmiştir.
Egemen sınıfın özgürlüğünü yok eden devrim
10 Temmuz ihtilalinden sonra istibdat zenginleri için hayat pek güçleşmiştir. Nahid Sırrı Örik, Nimet’in devrimle ortadan kalkan “özgürlüğünü” anlatırken, Nimet’in kişiliğinin ana çizgileri de ortaya çıkar. “Bakan ve görmeye tenezzül etmeyen gözlerle mağrur ve güzel, arabada ve kayıkta halkı âdetâ yarıp, âdetâ çiğneyip geçerek ilerleyiş, o beygirlerle kürekçilerin değil, zenginlikle kudretin götürdüğü araba, ve kayıklarda giderken halkın varlığından o sanki habersiz ilerleyiş, bu ilerleyişteki doyulmaz gurur zevki, bir hafta içinde bunların hepsi kendisi için de maziye intikal etmiş demekti.” (Nahid Sırrı Örük, Sultan Hamit Düşerken, 3. Baskı, 1994 İstanbul s. 46) Bu bir hafta içinde İstanbul’da devrim rüzgârları esmektedir. Şöyle devam ediyor Nahid Sırrı: “Artık her yere halkın kinini, halkın küstahlığını hesap ederek gidecek olduktan, kendi adamları, cariye ve hizmetkârları yanında da hakarete uğramak ihtimali bulunduktan sonra o sazlı, o kapanık Göksu’ya gitmekte ne mâna vardı!” (s. 46) Sultan Hamid Düşerken, halkın kininin sokağa taştığı ve eyleme döküldüğü devrim günlerinin ortasında düşenler ve yükselenleri romanlaştırır. Romanın iki ana karakteri Şefik ve Nimet, yaşamlarını belirleyen çelişkileri ve ihtiraslarıyla, sonunda geldikleri yerle, insanı düşüren değerleri sorgulatırlar.
Genç ve temiz burjuva devrimcisinin, sömürüyle edinilmiş servete ortak olunca nasıl yozlaştığını görürüz. Nahid Sırrı’nın romanındaki bu tipin gelişim çizgisi, Burjuva devrimcisinin evrensel durumuna da uygundur. İktidara gelen burjuvazinin dünyanın her yerinde ortadan kaldırdığı haksızlıkların daha büyüğünü kendi çıkarları için sahneye koyduğunu biliyoruz. Nahid Sırrı’nın başarısı, bu tipik gelişim, daha doğrusu, gerileme çizgisini, gerçekçi bir roman estetiğiyle ortaya koymasında yatar.
Devrimciyi ayartan görkemli konaklar
İstanbul’u, muzaffer devrimci, İttihat ve Terakki’nin önderlerinden Şefik’in gözünden çizişine bakalım... “İstanbul, bütün konakları ve bütün yalıları ile temmuz güneşinin içinde pırıl pırıl parlayan sokaklarda muhteşem arabalar ve denizlerinde yaldızlı kayıklarla muşlar dolaşan İstanbul, zengin olunca hayatın çok daha başka bir mâna, tasavvur edilmez bir güzellik ve müstesnalık kazandığını nice muzaffer ihtilalciden sonra kendisine de çarçabuk fısıldamıştı.” (s.74) Zenginlik peşinde kendi kişiliğinin olumlu değerlerini yitiren, ideallerini terk eden ve sonunda “sosyal varlığı”nın gerektirdiği biçimde devrimcilerin bir düşmanı durumuna düşen Şefik, “İstanbul iki üç sabah sonra, 31 Mart askerî ayaklanmasıyla” (s.173) uyandığı vakit, “içindeki hislerin sevinçten mi yoksa kederden mi ileri geldiklerini farkedemiyordu.” (s. 174) Ama Nahid Sırrı’nın bunu çok iyi anladığını biliyoruz, romanın sonlarına yaklaşırken, 31 Mart’ı bastırmak için Selanik’ten yola çıkan burjuva devrimcilerinin gönüllü kuvveti Hareket Ordusu İstanbul’a yaklaşırken, mebusluk mevkiine çıkmış Şefik’i şöyle çiziyor: “O (Nimet-b.s.a.) karşısına çıkmamış bulunsaydı belki mebusluğu da istemeyecek, askerlik hayatından ayrılmayacaktı. Ve düşüncelerinin burasına gelince, şimdi kendisinin de Enver, Niyazi, Hafız Hakkı ve ötekiler gibi bu ordunun içinde İstanbul önlerine varmış, İstanbul’a girmeye hazırlanmakta olacağı hatırına geldi.
O zaman birdenbire ruhunda, varlığında kendi de farketmeksizin bir sarsılma, bir çöküntü oldu.” (s. 213) Nahid Sırrı’nın gönlü ihtilalcilerden yana; ihtilale sırtını dönenin çöküşünü böyle gösteriyor.
Sultan Hamid Düşerken’de karakterlerin iç dünyasının çatışmalı ve değişime açık bir biçimde çizildiğini görüyoruz. Şefik bambaşka bir yerden, umutlardan, hülyalardan buraya düşüyor. Nimet, konaklarda büyümüş paşa kızı, iktidarın, mal mülkün, sahip olmanın peşinde, aşağıladığı bir insanın karısı olmayı göze alıyor. Nahid Sırrı, Nimet’i çizerken, onun duygularındaki değişimin bu temel motivasyona bağlılığını çok iyi göstermiştir. 31 Mart ertesinde bir yemek sahnesi: “Sofrada idiler, ve iyi yemek yemeyi henüz tabiî bir şey saymaya midesi alışmayan Şefik hiç değilse on saatten beri aç kalmış bir insan iştihasıyla aşçıbaşının eserlerine iltifat ederken, Nimet bundan sonra, bu adamla geçecek hayatın düzlüğünü, mânasızlığını düşündü. Gecenin birkaç saatinde bu adamın verdiği saadetten hafızasında sabahla beraber hiçbir şey kalmıyordu. Ve bu adam günden güne ehemmiyeti azalarak sadece bir iç güveyi, ailesi meydana çıkarılmaktan, ailesinin adı anılmaktan utanılacak bir iç güveyi olacaktı.” (s.175) Böyle bir koca Nimet için dayanılmazdı. Nahid Sırrı, bir yemek sahnesini anlatırken, sınıfsal bilincin nasıl belirleyici olduğunu gösteriyor bize. Yemek iştahı veya aşçılara iltifat etmek bile bu sınıfsal bilincin değerlendirmesinden geçiyor ve aşağılanıyor. Yazarın, cinsel hazzın etkisi üzerine söylediği de çok önemli. Yazar, burjuva çöküş edebiyatında abartılan ve fetişleştirilen cinselliği, karakterinin hayatı içinde sınırlı bir yere oturtuyor.
Devrimcinin biran uyuklayan eleştirel bilinci
Nimet, hayata hep sahip olma motivasyonuyla baktığı için, sahip olduklarıyla hiç yetinmiyor, hep daha çoğunu ve başkalarını istiyor. Sofra sahnesi şöyle devam ediyor: “Nimet birden Talât Bey’i hatırladı. Acaba nereye kaçmıştı? Ele geçince belki parçalanacak, belki bir mahkemede hüküm giyecek ve eğer kaçıp kurtularak hudutlar dışına varırsa yeni bir ihtilâl düşüncesine girişebilecek olan bu adamın karısı olmak, bunun korku, ümit ve heyecanları acaba daha güzel bir şey değil miydi?” (s.175-176) 31 Mart günlerinde tehlikede olan Talât Paşa’nın, bundan önce, Temmuz günlerinde Nimet’le karşılaştıkları bir sahne var. Romanın beni en çok etkileyen sahnelerinden biri bu; hem yazarın, hem devrimci tipinin sürekli uyanık eleştirel bilincinin somutlandığı sahnelerden biri. Yine Nişantaşı’ndaki konaktaki sofradalar; Talât’ın yemek yemesi Nimet’in yargılayıcı bakışlarıyla anlatılıyor; kocasıyla kıyaslıyor ve şu sonuca varıyor: “Şefik bu adama nisbetle ilk günden daha düzgün halliydi. Şimdi ise kıyas kabul etmez!” (s.166) Nimet, epey sofra adabı öğrettiği eserine memnuniyetle bakar.
Yemekten sonra Şefik’in nazırlık bahsi açılır. İttihat Terakki’nin üç paşasından biri, Talât Paşa, Nimet’in tutarlı ve sorgulayıcı politik değerlendirmeleri karşısında şaşırmıştır. “Ve kendisini dinlerken Talât Bey bir an onun güzelliğini unuttu, sade sözlerin mantığı ile, kuvveti ile sürüklendi. Onun samimî olamayacağını, şimdi hiçbir adamını iş başında görmek istemediği devre ait bulunan babasını âyan yaptırmak için zavallı Şefik’i ne derecelerde yormuş bulunduğunu pek güzel bildiği halde, bütün bunlar zihninden velev ki bir müddet için tamamıyla silindi, ve en ciddi edasıyla, velev ki bir müddet için pek samimî bir muhatap saydığı bu genç kadına, güya sadeliği iltizam ederek sol koluna yalnız bir bilezik takmış olan kadına kimbilir kaç köyün teri ve kadını pahasına vücuda gelmiş bu pırlantalardan dolayı da kendisinden uzaklaşmayarak içini dökmek arzusuna mağlup uzun uzun dert yandı.”(s.167) Burjuva devrimcisinin değiştirdiği düzenin sorumlularından birine, bir an eleştirel silahlarını bırakarak, belki de zaafla bakmasını yazar böyle çiziyor. Yazara göre, bu olmaması gereken bir durumdur, ama zaaf insana özgüdür.
Yazar ve onun çizimiyle Talât Paşa, toplumsal gerçekliğin ortasındaki safının bütünüyle bilincindedir. Yazar, Talât Paşa’nın, Sultan Hamid’in rüşvetçi paşasının kızıyla samimi bir konuşmaya başlamasını iki kere “velev ki” yazarak açıklamaya çalışıyor. Hem yazarın, hem onun çizdiği burjuva devrimcisinin bilincinde Nimet’in kolundaki pırlantaların “kaç köyün teri ve kadını pahasına” orada bulunduğu önemli bir sorudur. Bence, bu anlatımı unutulmaz ve çarpıcı kılan da budur. Bugün sömürücülerin villaları önünde, halkın alın terini kasalarına transfer etmelerinin araçları bankaları önünde, her gün yalanlarını yaydıkları gazeteleri ve televizyonları önünde, müzeleri, kültür merkezleri, tekel yayınevleri önünde kaç yazar aynı soruyu sorabilme uyanıklığını gösterebilmektedir?
Tek cümleye sığan Osmanlı vahşeti
Nahid Sırrı Örik, Sultan Hamid Düşerken’i 1946 yılında yazıyor. Yazıldığı yıla göre, Osmanlıca sözcüklerin oldukça yoğun kullanıldığı bir dili var; romandaki cümle kuruluşlarının yalnızca Osmanlıca değil, yabancı dillerin etkisini içerdiğini de söyleyebiliriz. Bu etkilerin bileşimiyle yazarın damgasını taşıyan bir dil ortaya çıkmış; bunun getirdiği ağdalı anlatım sorunlarından sözedebiliriz, ama bu dilin bunların ötesine götüren ufuk açıcı yaratıcılıkları da var. Nahid Sırrı romancı yaratıcılığıyla, yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi, bazen bir cümlede toplumsal bir yasanın özlü bir imgesini ortaya koyabiliyor.
İşte, Osmanlı düzeninin temel niteliklerinden birini resmeden bir roman cümlesi; Şehzade Reşat’tan bahsediliyor: “Osmanoğulları arasında tahta çıkmamak şartıyla hiç kimsenin erişmemiş bulunduğu bir yaşa varmış olan bu yorgun ve hastalıklı şehzade, aynı bezgin hâli hareminde bile hissediyordu.” (s.183) Osmanlı tahtı uğruna baba, kardeş ve evlat katilliğini olağan bir yasa haline getiren Osmanoğullarının bu yüzü, şehzadenin ruh hali anlatılırken birden bire karşımıza çıkıyor. Yazar bu gerçeği, somutun içinde, imgeselin gücüyle anlatıyor bize.
Sömürücülerin yüzüne tüküren halk gerçeği
Sultan Hamid Düşerken’de, bir devrim rüzgârı içinde yaşanan ne etkileyici sahneler var. İstanbul’da, Sultan Hamid Paşalarının konaklarının yerine oligarkların köşklerini, plazalarını, diktatörün saraylarını ve 21. yüzyılı düşleyerek okunacak sahnelerden biri de şudur: Sömürücü paşalar, “Yüzlerce kişiden mürekkep kalabalıklar tarafından sarılmış konak ve yalılarından alınıp arabalarına bindirilerek, sersemlemiş ve zelil, türlü hakaretlere uğratılıp yüzlerine tükürüle tükürüle, sade eski Serasker Rıza Paşa Vaniköyündeki yalısından istimbotla Sirkeci’ye gelmek şartıyla- bunlar Zaptiye Nezareti’ne getirildiler. Eşyasız ve pis bir odaya hep birlikte tıkıldılar.” (s. 73) Daha sonrası hüsran olsa da, paşaları halkın öfkesinden korumak için bir önlem olarak uygulansa da, halkın harekete geçtiği ve sonuç aldığı tarihsel bir sahne olarak Sultan Hamid Düşerken’den güncel bilincimize aktarmakta yarar var.
Bugünün devrim rüzgârını yaratacak işçi sınıfının, burjuva ihtilalinin jakoben tavırlarını özümseyerek aşması gerektiğini biliyoruz. Somut ve gerçek var oluşuyla tarihsel misyonundan habersiz görünse de, er geç İstanbul’u ve Türkiye’yi yeniden devrim sahnelerine kavuşturacak bir işçi sınıfımız olduğuna inanıyorum. Gezi kuşağıyla el ele, şairin şiirindeki mavi tulumuyla, İstanbul’u özgürlüğüne kavuşturacak işçi sınıfı, tükürmekten ve geçici tutuklamalardan daha iyisini yapacak, insanlığa karşı işlenen bütün suçların davasını görecektir.