Şairin ölümü ile şiirin ölümü beraber oldu.
Birbirinden habersiz yaşayan köylerden, kasabalardan, şehirlerden oluşan bir ortaçağ ülkesinden modern bir toplumun kuruluşu, milli çerçevede bir birlik oluşturma süreci içinde doğup büyümüştü. Lüleburgaz’ın Istırancalara bakan düzlüklerinde bir köyden Kepirtepe Köy Enstitüsüne gitme şansına erişti. “Aç harmanlarının” içinden çıkıp gelmişti. Şiire, öyküye, romana onların gerçeğini soktu. Doğayı yalnızca ekmeğini çıkardığı, her mevsimde kıyasıya emek mücadelesi içinde haşır neşir olduğu katı gerçeklik olarak görmekle yetinmeyen, yaşamın çok yönlü akışının şiirsel gerçeğini de içeren, insanı güzelleştiren sonsuz kaynak oluşunu kavramamızı sağlayan bir gözlem gücüyle yapıtlar verdi. Onun öykü ve şiirlerindeki doğa, hem insanın ekmeğini çıkardığı temel kaynak hem de her mevsimde büyüleyici doğurganlığı ve güzelliğiyle içindeki insanı sarhoş eden, şiirle büyüleyen temel gerçektir.
Mehmet Başaran, ilk kitabıyla “Ahlat Ağacı”nı (1953) şiire soktu. Yapayalnız, bilgisiz ve yoksul koşullar içinde yaşamda kalma mücadelesi veren kavruk köylünün simgesiydi o. Bir yalnızlık içinde başladı, araştırıp öğrendikçe, “kazmayı derinlere vurdukça”, büyük insanlığın bir parçası, hem de çok değerli birikimler üzerinde yükselen önemli bir parçası olduğunu kavradı. “Ahlat Ağacı”ndan “Yüreğin Sesi Zeytin Ülkesi”ne (1964) gelmişti. Trakya ve Anadolu topraklarının derinindeki tarihi bugünle birleştirmişti. Onun şiirlerinde sık sık karşımıza çıkan İyonya tanrıları ahlat ağacının altında bulgur pilavı, ayran, bir de kuru soğandan oluşan öğlen sofrasını kuran yoksul köylü ile akrabadır. O tanrılar, yoksul köylünün, Feuerbach’ın ufuk açıcı antropolojik açımlamasıyla, kendi özünden çıkarıp göklere yerleştirdiği ve sonra önünde secde ettiği insanlık tasarımıdır.
BAŞARAN GÜNÜMÜZÜN SOKRATES’İDİR
Başaran’ın şiirlerinde Anadolu’nun bugünüyle köklü tarihi içiçe yoğrulmuştur.
Bu tarihin yalnızca belli bir dönemi alınmış, altınçağ soyutlaması içinde dondurulmuş değildir. Tarihin bütünü, bugündeki ve yarındaki katkısı özümsenmiştir. Onun şiirinde Homeros olduğu kadar Pir Sultan da, Karacaoğlan ve Köroğlu da vardır. Pir Sultan’ın bir dizesi, “Meşe Seli” (1982) kitabının adına esin vermiştir. Başaran’ın Pir Sultan Abdal’a özel bir sevgisi vardır, son şiir kitaplarından birinin adı da ondan alınmıştır: “Pir Sultan Ölür Ölür Dirilir” (2002). Ama zaten yakın tarihimiz de, Ruhi Su’nun yorumuyla devrimci mücadelenin önemli bir sesi yaptığı Pir Sultan Abdal’ın şiiri ve savaşımının güncelliğini sık sık karşımıza çıkarmıyor mu? 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta yaşanan kıyım bunun en yakıcı örneklerinden biridir. Başaran’ın şiirinde haksızlığa başkaldırının bu sönmeyen ateşi vardır. Tarihin kurduğu köprüleri, Hızır Paşa’nın astırdığı Pir Sultan ile bugünün egemenlerinin Madımak’ta yaktırdığı Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Metin Altıok, Behçet Aysan, Uğur Kaynar, Muhlis Akarsu, Asaf Koçak, Hasret Gültekin ve arkadaşları arasındaki sürekliliği gösterir.
Şair Berrin Taş, 2014 Kasım’ında Foça’da düzenlediğimiz “Köy Enstitülerinden Doğan Edebiyat” başlıklı çalıştayımızda Mehmet Başaran’ın şiirini incelediği bildiride, onun bu özelliğine dikkat çekmişti: “Sokrates’tir Başaran”. O, tarihin ezilmiş, sömürülmüş, zulüm görmüş, yok edilmek istenmiş bütün sınıf ve bilgelerinin günümüzdeki temsilcilerinden biridir.
YAŞAMI EMEK SÜRECİNDE KAVRAYAN ŞİİR
Köy Enstitülerden doğan edebiyatımızın iki önemli şairini, Ali Yüce ile Mehmet Başaran’ı peş peş kaybettik. Bu iki şair, gerçekçi şiirimizin iki büyük ustasıydı. Onlarla birlikte, yaşamı emek süreci içinde kavrayan ve buradan getirdiği gözlem gücüyle şiirleştiren bir edebiyat kuşağını da yitirdik. Yaşamı emek süreci içinde kavramanın şiire katacağı zenginliğe onların şiiri örnektir. İnsanın yaşam savaşımını, toplumsal eşitsizliğin korkunç sonuçlarını kendilerinde deneyimleyerek edebiyata sokmuşlardır. Bu deneyim ve bilgiden yoksun bir “kocakent” yaşamından, küçük burjuva dünyasından çıkarak şairlik edenlerin şiirlerindeki kısırlık, plastik hava bugünkü can çekişen şiirimizin temel sorunudur. İnsan ve yaşam sevgisi yoksunu bugünün egemen şiiri, yeniden ortaçağın karanlığı ve yalnızlığına götürülmek istenen insanın şiiridir. Ali Yüce ile Mehmet Başaran, kopkoyu bir karanlık içinden, köylü yaşamından çıkarak insanlıkla bütünleşen, insanı toplumsal ve tarihsel çerçevede ortaya koyan bir şiir yazmışlardır. İnsanın aydınlanması, gelişmesi, bunu sağlayacak toplumsal ilişkilerin oluşturulması için mücadele içinde eser vermişlerdir. Bu kuşağın şiirini etkili ve güçlü kılan en önemli özelliklerinden biri budur.
Bu kuşağın 2009’da yitirdiğimiz büyük şairi Kemal Özer’in, Başaran şiiri için şu özlü değerlendirmesini almakta yarar var: “Başaran Usta’nın şiiri, bir değil binlerce dalı tartan çatalyürek bir şiirdir. Bir dalında, kır emekçilerinin soluğu yemiş verir. Bir dalıyla koca kentin uğultulu sokaklarına sarkar, fabrika avlularının kimlik yenileyen suskunluğuna dolanır. Bir dalına Alman gurbetine çıkanlar getirip ezgin yüreklerini asarlar…”
Ali Yüce ve Başaran’la birlikte böyle bir şair kuşağını da yitirmiş olduk. Şair insan ve toplum adına konuşur. İnsanın söyleyemediklerini onlar adına dillendirir. Bu iki şair gerçekçi şiirimizin büyük birikimiyle bunu yapıyorlardı. Günümüz küçük burjuva şairi ise, kendi adına bile konuşamayacak kadar yabancılaşmış ve parçalanmıştır. O yüzden şiir diye dergilerde ve kitaplarda basılanların dizeleri arısında bile bağlantı kalmamıştır.
KÖY ENSTİTÜLERİNİN ROMANI “MEMETÇİK MEMET”
Mehmet Başaran’ın doğaya ve topluma bakarken bir felsefesi vardır. Sosyalist bir gözle topluma bakar. Kapitalizme onun gerçekleşme biçimi emperyalizme ve faşizme karşı mücadele içindedir. Edebiyatı da bu mücadelenin bir parçası olmuştur. Başaran, toplumcu gerçekçi edebiyatımızın her dalda eser veren tipik temsilcilerinden biridir. Belirleyici özelliği şairliğidir ama hikâye de, roman da yazmıştır. Deneme ve inceleme kitapları da vardır. Kemal Özer’in deyimiyle söylersek Mehmet Başaran savaşımcı bir yazar tasarımının somutlanışıdır. Tek bir edebi türle yetinmeyip bütün türlerde eser vermek toplumsal savaşımının gerekleri içinde doğmuştur.
Mehmet Başaran’ın “Memetçik Memet” (1978) romanı olmasaydı, Köy Enstitülerinin egemen sınıfın zulmüne nasıl uğradığını, aydın insandan büyük korkusunu bu kadar açıklıkla göremeyecektik. Başaran’ın yaşamöyküsüne dayalı bu romanında bütün bir köy enstitülü kuşağın karşılaştığı zulmü ve hiç yenilmeyen mücadele inancı ve umudunu buluruz. Bu kuşağın en belirleyici niteliklerinden birini, boyun eğdirilemeyen devrimci mücadele inat ve azmini roman boyunca bir kere daha deneyimleriz. Başaran’ın bu romanı ve öykü kitapları aynı zamanda özyaşamın nasıl güçlü bir biçimde edebiyata dönüştürüleceğinin eşsiz örnekleridir. Başaran’ın ilk öykü kitabı “Çarığımı Yitirdiğim Tarla” (1955); ile “Aç Harmanı” (1962) çocukluk yıllarının duyarlılık ve gözlemleriyle yüklüdür. Çocukluğunu, köyünü, büyülü doğasını, köyünün yoksul emekçilerini pırıl pırıl bir Türkçeyle öyküleştirir. Başaran’ın doğanın güzellikleri içinde geçen çocukluğuna Türkçenin güzellikleriyle açtığı bir kapıdan gireriz. Vecihi Timuroğlu’na göre, “dilimizin olanaklarının ne denli geniş olduğunu” anlamak için Başaran’ın öykülerini okumak gerekir. Başaran romanında ve öykülerinde de, şiirdekine benzer bir dil titizliği içinde yeni ve kendine özgü söyleyiş kurmuştur. “Yüreğin Sesi Zeytin Ülkesi” ise özyaşamını “Memetçik Memet”in kaldığı yerden sürdürür. Ama bir kişinin yaşamöyküsünden bir kuşağın, bir yörenin anlatımından bir ülkenin anlatımına dönüşür. Bir dönemin edebi tarihçesinden günümüze ulanan ana çizgilere erişiriz.
Mehmet Başaran ile büyük bir şairimizi ve gerçekçi şiirimizin bir dönemini yitirdik. Şairin ölümü ile şiirin ölümü beraber oldu. Yaşamı emek süreci içinde deneyimleyerek şiiri taşıyan Başaran ve kuşağı gerçekçi şiirimizin yeni kuşaklarına ve yeni şiirimize büyük bir miras bıraktılar. Onların yüreklerimizdeki anıtkabirleri dönüp dönüp okuyacağımız kitaplarındadır.