Akp iki yüz yıllık insani bütün hürriyet ve kazanımlarımızı elimizden alma programının partisidir. Yaptığı her işte, çıkarttığı her yasada, açtığı her imam hatipte, diktiği her gökdelen ve sarayda, döktüğü her kilometre asfaltta bu programın bir adımı gizlidir.
İki yüz yıllık kazanımlarımızın ilk yüz yılının sonunda Cumhuriyet yer alıyor. Yüz yıllık bir laikleşme, kadının kölelikten kurtulması, tebaanın yurttaş yapılması mücadelesinin ürünüdür. Cumhuriyeti kuran kuşakların oluşmasında etkide bulunan çok değerli bir edebiyatımız vardır. 19. Yüzyılın Türk edebiyatı daha doğuşuyla bu savaşımın içine dalmıştır. Şiirle, romanla, tiyatroyla, günlük gazeteyle Osmanlı toplumunu dönüştürecek insanların yetişmesinde belirleyici olmuştur.
Daha ilk romanımız sayılan “Taaşşuk-u Tal’at ve Fitnat”ın ilk sayfalarında, kadının ikinci sınıf insan oluşunun, evliliği özgür iradesiyle yapamayışının sorunları ortaya konur. Kadın ile erkeğin toplumsal yaşam içinde bir arada olamadığı bir toplumda, Talat pencereden görerek âşık olduğu Fitnat’la buluşmak için kadın kılığına girmek çaresizliğine katlanır.
Henüz 22 yaşındaki romancı Şemseddin Sami’nin aşkla ilgili görüşlerinin eşitlikçi oluşu şaşırtıcıdır: “Çünkü, aşk doğal bir emirdir ki insanoğlunun her bir kısmında, yani erkeğinde dişisinde, ufağında büyüğünde, çocuğunda yetişkininde, gencinde yaşlısında, yoksulunda varsılında, akıllısında kalınkafalısında, bilgininde bilisizinde, uygarında yabanında ortaya çıkar. Herkesin gönlü aşkla yoğrulmuştur.”(Şemseddin Sâmi, Taaşşuk-u Tal’at ve Fitnat, günümüz diline uyarlayan: Kemal Bek, Bordo Siyah Klasik Yayınlar, İstanbul 2005, s.33) Yıl 1873’tür ve romanda, Talat’ın annesi Saliha Hanım, annesinden şunu duymuştur: “Babalarımız, istedikleri adamlara bizi hediye verircesine verirler. O adamların tabiatını sormazlar. Biz o adamlar ile geçinecek miyiz? Orasını hiç düşünmezler.” (s.39) Saliha Hanım, annesinin sorgulayıcı kişiliğinin ona kazandırdığı bilinçle, okul sıralarında sevdiği Rifat’la evlenebilmek için direnmiş ve kazanmıştır. Tütüncünün kızı Fitnat, onun kadar güçlü olamayacaktır.
Taaşşuk-u Tal’at ve Fitnat’ta aşkın anlatımı
Bu ilk roman bir erkekten çok, bir kadının romanıdır. Fitnat, Talat’tan çok daha güçlü ve olgun çizilmiş izlenimi veriyor. Yirmi iki yaşında bir erkek yazarın, Fitnat’ı bu kadar iyi yazması olağanüstüdür. Bu kitabın, roman sanatının bunca gelişmesinden sonra zayıf ve çocuksu kalması anlaşılabilir, ancak aşk üzerine gözlemlerinin hâlâ taze ve yaşamsal olduğu söylenebilir. Şemsettin Sâmi, Talat’ın cumbada gördüğü bir kadın gölgesine âşık olduktan sonra durumunu şöyle anlatır: “Tütünü aldı; giderken bir daha cumbaya baktı. Gördüğü şey, öncekinden daha bir kat güzel göründü. Zavallı çocukcağızın o vakte kadar öyle bir güzel görüp sevdiği yoktu. Böyle bir aceminin gönlü ne kadar kolay etkilenir, mâlûm ya. Tal’at, Bayezit’e doğru çıktı. Ama, zihni oradan ayrılamıyordu. Tütüncünün cumbası imgeleminde belirdikçe beliriyordu. Kaleme gitti, yine bu düşüncelerle meşguldü. Kalemden dönerken, tütünü tükenmemiş idiyse de, yine kırk paralık tütün aldı; cumbaya baktı: Yine aynı şey. Evine gitti, aklı yine onunla meşgul. Yatağa yattı, uyku yok. Bir düziye düşündü. Bir sevindi, bir üzüldü. Kararı kalktı, bir yerde duramadı. Sabahleyin evinden çıktı, tütüncüye uğradı. Tütünü varken bir daha tütün aldı. Cumbanın durumu dâimâ o. Nihayet bir kaç gün böyle gitti.” (S. 76-77) Penceredeki kızı görebilmek için her fırsatta tütüncüye koşan Talat, Fitnat’a yakın olabilmek için ferace ile yaşmağa bürünecek ve kendisini Talat’ın kızkardeşi Râgibe olarak tanıtarak evine girmeyi başaracaktır.
Şemsettin Sâmi, ilk romanla toplumun yarısını oluşturan kadının tutsaklığını ortaya koymuş, okuruna kadının özgürleştirilmesi programını açıklamıştır. Geneli göstermiş, onun içindeki özeli, Talat ile Fitnat’ı anlatarak, sorunun ortaya çıkardığı trajediyi sergilemiştir.
Yazarın kişilerine iyi adam-kötü adam karşıtlığı içinde bakmadığını da söyleyebiliriz. En olumsuz tiplerden Hacıbaba bile, kızının iyiliği için onu zengin adamla evlendirmek ister. Yazar, Talat’ın anasının öyküsünden başlayarak, sorunu toplumsal bir çerçevede ele alır. Kişilerden çok, kişileri yetiştiren, şartlandıran koşullar, kadın erkek arasındaki toplumsal duvarlar, trajedilerin kaynağı olmaktadır. İlk değiştirilmesi gereken, toplumsal koşullardır. Romanlar değişimin yollarını ararlar.
Toplumsal değişmenin rüzgârı, Hacıbaba’nın kafeslerle donatılmış evinin içine kadar işler. İstanbul’da çeşitli gezinti yerleri ortaya çıkmıştır. Buralarda yürüyüşe çıkan erkekler ve kadınlar, birbirlerini görmek, gizli buluşmaların pusulalarını vermek, kadın-erkek aşkının yaşanabilmesi için olanak bulmuşlardır. Kızının da buralara gidebileceği olasılığı Hacıbaba’nın homurtulu tepkisini çeker. “Bizde şimdi edep kalmadı, nâmus kalmadı. Senin seyir yerleri dediğin yerler rezâlet yerleridir. Edepsizler, ırsızlar mahalleridir. Öyle yerlere kız gönderilir mi?” (s. 92) Kâğıthane, Veliefendi, Çamlıca kadın erkek rastlaşmalarının, aşk için buluşmaların 19. Yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ilk mekânlarıdır.
Rengârenk ferace ve boyalı yüzleriyle kadınlar
Bir başka ilk roman, aynı yıllarda yazılan ve yayımlanan Namık Kemal’in “İntibah”, Uyanış romanı da bu buluşma yerlerinden Çamlıca’nın anlatımıyla başlar. “İstanbul denilen güzellikler toplamındaki her türlü benzersiz yeri bir bakışta gösterecek bir nokta ise Çamlıca’dır; Boğaziçi’nde bir büyük orman ya da bir küçük körfez yoktur ki Çamlıca’nın ayağı altında olmasın.” (Nâmık Kemal, İntibâh Sergüzeşt-i Ali Bey, Hazırlayan: Kemal Bek, Bordo Siyah Klasik Yayınlar, İstanbul, 2003, s. 43)
Namık Kemal’in roman kişisi Ali Bey de, çekimine kapılacağı güzeli Çamlıca gezmelerinden birinde bulur. Yazar ona ağırbaşlı ve yaşıtlarından değişik bir kişilik çizer. İlk gezmelerinden birinde Ali Bey, saf doğa güzellikleriyle sarhoş olurken, öteki erkekler kadın güzelliğinin peşindedir. “Ali Bey, bir süre çeşmenin başında oturarak doğanın rengârenk nice yüz bin güzelliğini; beriki beylerse, rengârenk ferâce ve boyalı yüzleriyle gezi yerini, ağaçları baştan aşağı çiçeklerle donanmış da rüzgâr estikçe öteye beriye salınmaya başlamış bir bahçeye dönüştüren hanımların işveli gezintilerini seyrederek, saat yedi buçuk sekize kadar eğlendiler.” (s. 55) Saf ve deneyimsiz Ali beyin olgun orospu Mahpeyker’e âşık olmasından sonra değişen hayatı ve çöküşe sürüklenişi İntibah’ın konusunu oluşturur. Bu romanda da Namık Kemal’in yazmak istediğinin ötesinde, bağımsız olmaya çalışan, aşkının hakkını arayan bir kadın, Mahpeyker vardır. Namık Kemal, onu Ali beyin çöküşünün bir nedeni olarak göstermeye çalışır, onun karşısına seçenek olarak uysal, boyuneğici, cariye Dilaşub’u çıkarır. Ama gerçeklik Namık Kemal’in öznel isteklerini boşa düşürür. Ne kadar Dilaşub’u övmeye çalışsa da, Mahpeyker, güçlü kişiliği, azçok bağımsız varoluşuyla bunu yalanlamaktadır.
İntibah’ta da kadın sorunun iki cephesi ortaya konmuştur. Bedenini satarak yaşamak zorunda kalan bir kadın gerçeği vardır. Köle olarak, cariye olarak alınıp satılan, iradesi ve kişiliği hiçlenen bir başka kadın gerçeği daha vardır.
Esirliğin en büyük hürriyeti
Daha sonra “Sergüzeşt”te, 1889, Samipaşazade Sezai, Kafkasya’dan çocuk yaşta kaçırılışından başlayarak, İstanbul’da yetişen bir ev kölesinin, cariyenin acı romanını yazacaktır. Romanda cariyenin satışını kayda geçiren bir senet düzenlenir: “Çerkezü’l-asl, dokuz yaşında kul cinsi bir esireyi ilelü’l-eskâmdan sâlim olarak Harput Mal müdir-i sâbıkı Mustafa Efendi’nin haremine kırk aded lirâ-yı Osmânî mukabilinde füruht ettiğimi mübeyyin işbu senedim bi’t-tahrir hanım-ı mümâileyhâya teslim kılındı.” (Sâmipaşazade Sezai, Sergüzeşt, günümüz diline uyarlayan: Kemal Bek, Bordo Siyah Klasik Yayınlar, İstanbul 2005, s. 33) Sezai’nin roman kişisi cariye Dilber, evin delikanlısı Celâl beye âşıktır, ondan karşılık da görür. Ama Osmanlı düzeni, bırakın cariyeyi, Fitnat’ta olduğu gibi, köle olmayan kadına bile aşkı yasaklamaktadır.
Bu düzen, “insanlık kalbini tanımayanların acımasız elleri”yle yürütülür. Her anında insanlığa kast eden korkunç cinayetler saklıdır. Sezai, ağlayan esiri şöyle konuşturur: “Ağlamak esirliğin en büyük hakkıdır. Biz o hürriyete sahibiz!” (s. 101) 19. Yüzyıl Türk romanı, ağlamak hürriyetinden başka bir hürriyeti olmayan bir halkı, insani hürriyetlere kavuşturmak için çabalayan bir edebiyattır. Okura kulluktan kurtuluşun, insan oluşun umut ve öfkesini aşılar.
Toplumbilim, felsefe, edebiyatla ilgilenen Handan
Romanda kadının hürriyet arayışına 20. Yüzyılın başında “Handan”la, 1912, Cumhuriyete giderken, bir kadın romancı büyük bir katkı yapacaktır. Halide Edip Adıvar, erkeklerle her alanda, toplumu değiştirme savaşımında da eşit bir kadın peşindedir. Mektup biçiminde yazılmış romanda, Refik Cemal Server’e mektubunda eşinin bilim ve felsefeye ilgisiz oluşundan yakınır: “Yalnız Neriman’ı biraz mütalaalarıma bîgâne buluyorum. İçtimaiyattan sıkılıyor, tarihi az seviyor, hele felsefe okusam açıktan açığa uyuyor. Edebiyatı çok az seviyor (…)” (Halide Edib Adıvar, Handan, Özgür Yayınları, Ekim 2005, İstanbul, s. 22) Daha da önemlisi, toplumsal sorumluluk duyan erkekler, kadınlardan da ortak duyarlık beklerler. Refik Cemal yakınmasını şöyle sürdürür: “Memleketin hayatından –ne kadar elim, ne kadar siyah ne kadar inkıraza (çöküşe) müheyya (hazır) olsa- bîhaber. Beni o kadar çok işgal eden bu muazzam fakat ümitsiz şeye onu iştirak ettiremiyorum.” (s. 22)
Sevdiği kadının, anaları gibi olmasını istemeyen yeni bir ilerici kuşak doğmuştur. Refik Cemal, kadınların da bu kuşağın bir parçası olmasını ister: “Çarkları artık levsten (pislikten); ihmalden ve kan pıhtılarından dönmek istemeyen ve belki bir gün zordan kırılacak olan bu memleketin makinesini görmüyor. Kendi yeşil ve sakit yuvasının haricinde bir şey bilmek istemiyor. Anaları, büyük anaları gibi burada sakit yaşayıp ölürken etrafında bütün bir ırkın, bütün bir mülkün döküldüğünü, sefaletten, her türlü fena ve çaresiz dertten döküldüğünü duymuyor bile. Bilmem neden bunun aksini istiyorum ben de? Onu hangi kadın bilecekti?” (s. 22) Bu yeni kuşak kadını Handan temsil edecektir. Bilim ve felsefe öğrenen, toplumsal sorunların acısını duyan ve değişmesi için mücadeleye girişen kadının ilk örneklerinden biridir o.
Handan’la, kişiliğini kazanmak, aşkının hürriyetini elde etmekle yetinmeyen, memleketin bütün sorunları için dertlenen ve değiştirmek için eyleme geçen bir kadın tipi doğmuştur. Handan’ı, devrimci öğretmeni Nâzım etkilemiştir. Refik Cemal, Neriman’a yazdığı mektupta aradığı şeyleri Handan’da bulduğunu söyler:
“Handan’la her şeyi konuştuk Neriman. Senin uykunu getiren içtimaiyat, iktisat, felsefe ve hatta politika, her şeyi konuştuk.” (s. 36) Çalışan, öğrenen, tutkulu bir kişiliği olan Handan, Neriman’a yapacaklarını şöyle anlatır: “Fakat ben de, Neri, çalışacağım, çalışacağım. Parlak ve meşhur olmazsam bile, hiç olmazsa insanları hiç kimsenin sevemediği bir şefkat ve fedakârlıkla seveceğim. Bu karanlık ve bedbaht memleketin başından başına dolaşarak benden evvel gelen büyük ve güzel ruhların insanlara mirası olan şeyleri memleketimin insanlarının ruhuna akıtacağım ve ruhum bütün arzuları ve kabiliyetleri ile memlekete dökülecek. Sonra ruhumu alanlar da onu kendi ruhlarıyla daima bir nesilden ötekine verecekler, ben de her nesil yükselip büyüdükçe büyüyüp yükseleceğim. Fakat beni, büyük ruhların teranelerini ve büyüklüklerini memlekete ilk defa kendi ruhundan akıtan Handan’ı unutacaklar, ben bir hiç, fakat ruhum her şey olacak! İçimde ne fırtına, ne fırtına var, Neri!” (s. 49-50) Handan’ın içindeki fırtına cumhuriyeti kuran kuşakların fırtınasıdır. Handan bir aydınlanmacı olmak istiyor.
Yeryüzündeki Çamlıca cenneti
Romanımız doğumundan kısa bir süre sonra, memleketin kurtuluşu için zorunlu bir bilinç ve duyarlılığı oluşturuyor, Handan benzeri devrimci kişilikler yaratarak cumhuriyeti kuracak kuşakları etkiliyordu. Cumhuriyeti kuranların bir edebiyatı vardı.
Cumhuriyeti yıkanların ilk işlerinden biri, gerçekçi edebiyatı yıkmak oldu. Sosyalist bir cumhuriyeti kuracak kuşakları dönüştürecek, etkileyecek, sürükleyecek güçlü bir edebiyata ihtiyacımız var.
Cumhuriyeti kuran edebiyatın yazarlarından Namık Kemal, Çamlıca’yı şöyle tanımlıyordu: “Çamlıca’ya Cennet-i alâ’nın yere inmiş, küçültülmüş bir örneği denilse uygundur.” Bu cümle, cenneti yeryüzünde arayanlara, toprağın üstünde kurmaya çalışanlara esin verecek bir cümledir. Sömürücü düzenleriyle yeryüzünü insanlık için cehenneme çevirenler ise, bu cenneti bozmak için yıllardır buldozerlerini çalıştırıyorlar. Şimdilerde Cennet-i alâ’nın bu yere inmiş örneğinde, Çamlıca’da, dozerler işbaşında. Dünya cehennemine katlanmak için cennet vaazları verilecek bir cami inşaatı sürüyor.
Yeni Çamlıca tepesinin romanını yazacak yazarlar nerede? Esir işçi gerçeğini, cehalete mahkûm edilen çocuklarımızın halini, Suriye’de kurulan cariye pazarlarının romanlarını yazacak ve bizi yeni Handan’lara kavuşturacak yazarlar…