Pekünlü dosyası bir gün yeniden açılacak
Pekünlü Davası bir kırılma anıydı; sonrasında yaşananlar ve tasfiyelerle bugünlere geldik. Biliyorum ki ileride Pekünlü Dosyası’nın yeniden açılmasıyla bu topraklar hak ettiği üniversiteye kavuşacaktır.
Geçenlerde Murat Fatih Ülkü’nün kaleme aldığı Pekünlü Dosyası’nı okumuş, düşüncelerimi de yazmıştım. (1) . Üzerinden zaman geçtikçe sinirimin gün be gün yükseldiğini hissediyorum. Evet, hepimiz üniversitede bir bedel ödedik, ödüyoruz; hatta YÖK sistemi içerisinde akademide olmanın bile bedel ödeme olduğunu söyleyebilirim ama Pekünlü’nün başına gelenler farklı. İleri okurları için kısaca özetleyeyim: Prof. Dr. Rennan Pekünlü, Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümünde öğretim üyesi iken, geçerli yasaları uygulayıp türbanlı öğrencileri uyardığı için mahkûm olup dört ay hapis yatmıştı. Üstelik Anayasa Mahkemesi’nin türbanla okula girilmez kararı yürürlükteyken, üstelik YÖK talimatıyla tüm öğretim üyelerine ‘türbanla derse girmek isteyen öğrencileri dışarıya çıkmaları konusunda uyarın’ denmişken, üstelik şikayetçi öğrencilerin derslere devamsızlığı olmadığı resmî belgelerde yer almışken! İnanılır gibi değil.
Rennan Pekünlü’nün muhalif bir bilim insanı olduğu bilinen bir gerçek. Net politik düşünceleri olan, emek ve eşitlikten yana bir akademisyen. Geçmişte, 12 Eylül döneminde, üniversiteden uzaklaştırılmış, eziyet görmüş. Pekünlü Dosyası’ndaki inanılmaz, hatta ironik yön, sistemin geçerli kurallarını savunduğu için cezalandırılmış olması. Bence bu dava unutulmamalı ve yıllar sonra bile ‘çağdaşlık çalışmaları’ gibi etkinliklere konu olmalı.
KÜNYE: Pekünlü Dosyası. Murat Fatih Ülkü, Bilim ve Gelecek Yay., 2023. Liste fiyatı 50 TL.
Yapılmalı ama bunu yapmak için Türkiye akademisinin büyük bir değişim geçirmesi gerekiyor. Neden derseniz, Pekünlü cezaevindeyken, yaptıklarını bir kitap halinde (Çalışmalar Projeler Yenilikler) toplayan YÖK, bakanlarla yaptığı görüşmeleri, YÖK Başkanının yurtdışı gezilerini anlatırken, sanki bu ülkede Rennan Pekünlü isimli bir akademisyen yokmuş gibi davranıyordu. Elbette YÖK’ten hiçbir şey beklemiyorum ama ileride ibret olsun diye gösterebilmek için böyle kitapları saklamak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü son depremde bile YÖK’ün aklına ‘depremzedelere manevi destek için ilahiyatçı aramaktan’ başka bir şey gelmedi. (2) Çünkü yine biliyorum ki, üniversiteler bir bütün olarak bilgi üretmeye ve bilimsel eğitim vermeye başladığında Pekünlü Dosyası yeniden açılacak. Peki hep böyle miydi? Bugün "Deprem veya binalar öldürmez, Allah öldürür. O da eceli geleni. Depremde ölenler aynı anda Mars'ta bile olsalar yine öleceklerdi. Ölüm mekâna değil zamana bağlıdır" (3) diyenlerin olduğu bir üniversite bizim için yazgı mıydı?
KÜNYE: Çalışmalar Projeler Yenilikler 2015-2016. YÖK, 2016. Bulması güç, meraklısı ile paylaşabilirim.
Elbette değildi. Örneğin İstanbul Üniversitesi 1962-1963 Öğretim Yılı Açış Nutku’nda Rektör Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar şöyle diyor: “Üniversiteler her şeyden evvel araştırma müesseseleridir. Bunun için üniversiteler daimî ilericidir. İlerici, devrimci olmak üniversitelerin ayrılmaz bir vasfı, şiarıdır” (s.9). Şimdi bir Onar’a bakın, bir de Pekünlü provokasyonunda yer alan dönemin Ege Üniversitesi Rektörü’ne. Sıddık Sami Onar konuyu ayrıntılandırıyor: “Üniversitenin işlevlerinin bir bölümünü başka kurumlar da yapabilir ama araştırma işlevini yerine getirebilecek başka bir kurum yoktur. Ancak araştırma, kültür ve insanlık davalarına katkıyı sadece üniversiteler yapabilir.” (s.5). En azından 1960’lı yılların başlangıcında rektörler bilim, ilericilik, insanlık, kültür arasındaki bağın farkındaymış.
KÜNYE: İstanbul Üniversitesi 1962-1963 Öğretim Yılı Açış Nutku. Sıddık Sami Onar. İstanbul Üni., Yay., 1962. Bulması güç, meraklısı ile paylaşabilirim.
Biraz daha geriye gidip, 1943-53 arasına bakayım dedim. Ankara Fen Fakültesi İlk On Yıl’ını ele alan kitap, dönemin Mili Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in konuşmasıyla açılıyor. Yücel, “Skolastik zihniyet ancak pozitif bilimlerin prensiplerine ve deneyimlerine inanmakla ortadan kalkar” (s.12) diyor. Biliyoruz ki, teoloji yani din temelli bir felsefi akım olan skolastik düşünce sorgulamaz ve kuşku duymaz. Çünkü ona göre zaten ilahi bir doğru vardır ve insanın amacı da bu ilahi doğruyu anlayarak çözmeye çalışmaktır. Bakan düzeyinde böyle bir konuşma yapılması en azından o yıllarda da dinci gericiliğin akademiden uzak olduğunu gösteriyor.
Elbette kitap bunlardan ibaret değil; önemli ayrıntılar da var bence. Öncelikle dikkatinizi çekmiştir, Ankara Üniversitesi henüz kurulmadığı için adı Ankara Fen Fakültesi’dir sadece. Hukuk Mektebi, Mülkiye, DTCF ve Yüksek Ziraat vardır Ankara’da. Sonra bunlara Fen ve Tıp Fakültelerinin eklenip birleştirilmeleriyle 1946’da Ankara Üniversitesi kurulur. Ankara Fen Fakültesi’nin ilk öğrencisi ‘01’ numarayla Erdal İnönü’dür. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, oğlunun kaydını yeni kurulan ve henüz üniversite bile olmayan bir kuruma yaptırmıştır. Şimdi olsa, olasılıkla bir iş adamının bursuyla, yurtdışına gönderirlerdi.
Devlet de bilimle ilgiliydi o yıllarda. Örneğin, İsmet İnönü’nün 1942 yılında Almanya’nın hediye ettiği laboratuvarda Avni Refik Bekman’dan kimya, Hayri Dener’den fizik dersleri aldığı bilinir. Her ikisi de Fen Fakültesi’nin kurucu kadrosu içerisinde yer alır. Bekman’ın ismi daha önce bir casusluk olayıyla duyulmuştu: 1921 yılında Ankara’ya gelen Hint asıllı İngiliz casusu Mustafa Sagir’in mektuplarından bir tanesini Milli Emniyet (şimdiki şekliyle MİT) açar. Mektup boştur, yazı yoktur! Sonra diğer mektuplara bakarlar; boş kağıtlar vardır. Kimyager Bekman’dan yardım istenir ve o da yazıları okunur hale getirir, casusluk yazışmaları açığa çıkar. Sonrasında Sagir yargılanıp, Ulus Meydanında idam edilir.
KÜNYE: Ankara Fen Fakültesi İlk On Yıl (1943- 1953). Muammer Canel, Ahmet Karataş, Azmi Körükçü. Ankara Üni., Yay., 2012. Sahaflarda 15-70 TL arası.
Neyse, konuya dönecek olursam, hemen öncesi Türkiye’de zaten üniversitenin kuruluşu olan 1933 Reformu. Elimde İbrahim Öztürk’ün tez çalışmasından kaynaklanan Atatürk’ün Üniversite Reformunda Alman Mülteci Bilim Adamları isimli kitap var. Konuyla ilgili yeni bir bilgi ve/veya yorum içermese de İlahiyat Fakültesinin kapatılmasını da içeren bir süreçte başka bir aydınlanma örneği aramanın bir anlamı yok; kendisi başlı başına bir aydınlanma girişimi çünkü. Öncesinde Darülfünun’dan bir şeyler yapması beklenmişse de girişimler sonuçsuz kalmış. Örneğin, Millî Eğitim Bakanlığı da yapmış olan Hamdullah Suphi 1925 yılında Darülfünun’u ziyaretinde “Darülfünunumuz bazen gizli bazen aşikâr memleketin üzerinde hala mevcut olan hurafe ve dalalet kuvvetlerine karşı inkılap fikirlerinin bir mücadele cihazıdır…Cumhuriyeti kuranlar Cumhuriyetçiyi yetiştirmeyi sizden bekliyor” dese de Darülfünun hiç oralı olmamıştır, aksine fotoğraf çektiren öğrencilere soruşturma açmıştır. Sonuç kaçınılmaz olarak Üniversite Reformudur.
Demek istediğim, bugünkü örneklerde ne Sıddık Sami Onar’ın ne Hasan Ali Yücel’in ne de Atatürk’ün akademisinde kimse yasaların uygulanmasını istiyor diye Rennan Pekünlü gibi birini cezalandırmaz, buna cesaret bile edemezdi. Aksine, olasılıkla daha etkin bir konuma getirirlerdi.
1933 öncesi, yani Darülfünun dönemi, genel olarak değerlendirildiğinde pek de üniversite kavramıyla birebir örtüştüğü söylenemez. Osmanlı’nın çöküş döneminde başlayan böyle bir girişim, ister istemez plansızlığı da beraberinde getiriyordu. Henüz kimlerin eğitim göreceği, kimlerin öğretim üyesi olacağı konusunda bile oluşmuş bir fikir yokken, Rus Elçilik binasını yapmak için İstanbul’a gelen İtalyan mimar Fossati ile Darülfünun binası için anlaşılır. Fossati’ye ömür boyu, ayda 100 altın verilecektir. Vakanüvis Lütfü Efendi’ye göre sadece Fossati’ye verilen maaş, binayı bütünüyle inşa etmek için yeterlidir.
KÜNYE: Atatürk’ün Üniversite Reformunda Alman Mülteci Bilim Adamları. İbrahim Öztürk, Sonçağ Yay., 2020. Bulması güç, meraklısı ile paylaşabilirim.
Konu buraya kadar gelince daha öncesine, medrese dönemine de bir bakayım dedim. Murat Çelik’in yine bir tez çalışmasından kaynaklanan Osmanlı Medreseleri ve Avrupa Üniversiteleri isimli bir kitabı var. Her iki kurumu 1450-1600 yılları arasında karşılaştırıyor. Akademi “insanlığın fikri birikimlerini gelecek kuşaklara aktarabilmesi yahut aktarırken yeniden yorumlaması veya tasnif edilebilmesi, uygarlık serüveninde önemli bir merhale olarak anlaşılmalıdır… ve bu konuda otorite haline gelmişti” (s.400). Bu güç “üniversitede profesörleri, medresede müderrisleri ders vermelerinin dışında dolaylı bir biçimde hâkim politik ve siyasi görüşün meşrulaştırıcı araçları” haline gelmekten uzaklaştırmıyordu. Bu şekliyle “başlangıçta üniversiteler dini gerekçelerin ardına sığınmış bir görüntü verse de zamanla Kilise’nin çok uzağında seküler bir inşa faaliyeti içinde olmuşlardır” (s.12). Elbette üniversiteler arasında hiyerarşik bir ilişki olmaması bu kopuşta önemli rol oynamıştı. Medreseler arasındaki, müderris maaşlarının belirlenmesine kadar uzanan, katı hiyerarşi ve merkeze bağlılık ise bu atılımı yapmasına engel olmuştu. Osmanlı’nın kapitalist dönüşümü yapamaması da yine devletin bu yapısı yüzündendir. Bu şekilde seküler yapının oluşturulması yine Cumhuriyete kalmıştı.
Konuyu bir kez daha dağıtmak pahasına Osmanlı Medreseleri ve Avrupa Üniversiteleri’nde vurgulanan üç önemli noktaya değinmek istiyorum. Unutmadan söyleyeyim, Murat Çelik’in çalışması çok güzel ve kapsayıcı. Konuyla ilgilenenlerin elinin altında bulunması gerek.
1- “İspanya ve Portekiz, ele geçirdiği topraklarda belki de işgal süreci daha sona ermeden üniversiteler kurma yoluna gitmişti. (1551 de San Marcos ve Mexico gibi)” (s.63). Üniversitenin işlevi açısından önemli bir örnek.
2- “1590’lı yıllarda bir Venedik şehir devleti olan Padua’daki hocaların dersi kâğıttan anlatması istenmemekte ve sırf bu yüzden maaş kesintileri yapılmaktaydı” (s.271).
3-Kâtip Çelebi’den bir alıntı: “İlmi bir zanaat gibi, para kazanmak için öğrenen bir kimse zahirde alimlere benzese de, alim olamaz…İlimden ücret alınınca, soysuz kötü kişiler, tembeller buna yanaştılar ve ilmin ortadan kalkmasına sebep oldular”. (s.127). Sanırım son ikisini yorumlamaya gerek yok.
KÜNYE: Osmanlı Medreseleri ve Avrupa Üniversiteleri (1450-1600). Murat Çelik, Küre Yay., 2. Baskı, 2021. Liste fiyatı 165 TL.
***
Murat Fatih Ülkü,” Pekünlü Dosyası, ülkemizde üniversite kavramının geldiği, sıkıştığı yeri gösteren önemli bir örnek ve bilim kavramıyla yan yana gelemeyeceğini düşündüğümüz akademik sessizliğin kalıcılaşmasında önemli etkiler yarattı” (s.8) derken çok doğru bir noktaya parmak basıyor. Pekünlü Davası bir kırılma anıydı; sonrasında yaşananlar ve tasfiyelerle bugünlere geldik. Biliyorum ki ileride Pekünlü Dosyası’nın yeniden açılmasıyla bu topraklar hak ettiği üniversiteye kavuşacaktır.