Emre Kongar, Mustafa Koç’un ölümü üzerine yazdığı yazıya “Demokrat ve Uygar Bir Burjuva” başlığını atmış. Bu başlığın söylediğinin külliyen yalan olduğunun sezgisiyle yazının yarısını ortaçağın senyör ve serf mücadelesine, Fransız İhtilaline ve bu tarihten çıkarılmış “devrimci burjuva” safsatasına ayırmış. Türkiye’nin en büyük tekelinin, Koç Holding’in patronu ölüyor ve Türkiye’nin bir zamanlar en ciddi ve saygın gazetesinin, artık olmayan başyazarının sütunlarını işgal eden bir sosyolog, onunla ilgili yazısına ortaçağ ve Fransız devriminin vulgar tarihçesiyle başlıyor. Bu tarihçeye göre, burjuva sınıfı bütün ilerlemelerin ve özgürlüklerin kaynağı. Hatta Karl Marx ve onun insanlığı özgürleştirecek bir sınıf olarak baktığı işçi sınıfı bile burjuvazi sayesinde var.
Emre Kongar’a göre, demokrasi burjuvazi ile işçi sınıfının sınıf çatışmasından doğuyor. Ama burada bile “akıllı” burjuvanın öncü rolünü görmek gerekiyor: “Demokrasi ve insan hakları, teknolojik ilerlemeler sonunda ortaya çıkan bütün bu sınıfsal mücadeleler sırasındaki kanlı olaylar ve siyasal devrimlerle gelişmiştir. Bu gelişmede, çöken bir rejimin altında kalarak tümüyle yok olmamak için, elindeki sermayenin sömürüsünü kabul edilebilir sınırlara çekmeye razı olan ‘akıllı’ burjuvazinin rolü büyüktür.” (Emre Kongar, Cumhuriyet, 22 Ocak 2016)
Bekleneceği gibi burjuvazinin Avrupa tarihçesinden Türkiye tarihçesine geçiyoruz. Bu tarihçe içinde Koç Ailesinin tarihçesi, bir bakkal dükkânından başlayışıyla ideal bir örnek oluşturuyor. “Türkiye Cumhuriyetinin mucizevi kuruluşunun sınıfsal temellerini oluşturan bir simgedir.” diyor Emre Kongar ve şu yargıya varıyor: “Koç ailesi, kendisini var eden Atatürk Cumhuriyeti’ne olan bağlılığından hiç sapmamıştır.” Kongar’a inanacak olursak, Cumhuriyet’in kurucu partisi CHP’nin bile Y-CHP’ye başkalaşarak, Atatürk Cumhuriyeti’ne ihanet ettiği bir dönemde, Türkiye’nin en büyük tekelinin, aynı gazetenin iki ayrı haberine göre, 55 bin veya 80 bin işçinin çalıştığı işletmelerin sahibi Koç ailesi, Atatürkçü ve cumhuriyetçi olmayı hâlâ sürdürüyor. Onlarca kitabın yazarı sosyolog söylerse inanacaksınız.
Diktatörle kol kola demokrat burjuva
Bugün “demokrat ve uygar bir burjuvanın” var olabileceğine gözü kapalı inanacaksınız. Sakın gözünüzü açıp bakmayın. Mustafa Koç’un ölümünden 12 saat önce kiminle görüştüğünü görmeyin. Emre Kongar’ın bu zoraki ve kaçınılmaz bir görevle yazılmış methiyesine kaptırın kendinizi.
Emre Kongar, bir sosyolog değil de, bir bilim insanı olsaydı, ülkenin en büyük sermayedarının ölümünün otopsisini yapabilirdi. Bu otopsiden çıkan sonuçlara bakabilseydi, “demokrat ve uygar bir burjuvanın”, ölümünden 12 saat önce, Türkiye’de bütün hürriyetleri ve hukuksal güvenceleri ortadan kaldıran bir rejimin kurucusuyla ne görüştüğünü araştırabilirdi. Bunun, cumhuriyetin getirdiği laikliği, kurduğu kamu iktisadi teşekküllerini, azçok yurttaşlık bilinci kazandıran laik eğitimi ortadan kaldıran, Yalçın Küçük’ün deyişiyle “ancien regime” (eski rejim) haline getiren bir diktatörle aylık olağan görüşmelerden biri olduğunu öğrenince düşünmesi gerekirdi. Türkiye’nin yediden yetmişinin bir diktatörlük düzeni içinde yaşadığımızı gördüğü ve yarısına yakınının bundan kurtulmak için siyasal çareler aradığı bir toplumda, “demokrat ve uygar bir burjuvanın” nerede durduğunu ve neden bu kavramlarla hiç ilgisi olmadığını apaçık görebilirdi. Eğer bir bilimci gözüyle baksaydı, emperyalizm çağında ne demokrasinin, ne uygarlığın ne de demokrat burjuvazinin kaldığını bütün sonuçlarıyla gözlemleyecekti.
Bitmeyen el koyarak sermaye birikimi
Emre Kongar’ın, sosyologca, bir “mucizevi” kuruluşla geçiştirdiği dönem, Türkiye’de, Avrupa’da on altıncı, on yedinci yüzyıllarda “kan ve ateşle” yaşanmış ilkel ya da “el koyarak” sermaye birikimi dönemidir. Koç’ların, Sabancı’ların bakkaldan başlayan sermaye birikim süreci, bu topraklardan göçertilmiş halkların servetlerine el konarak, halkımızın emeğinin acımasız sömürüsüyle, devletin bütün aygıtlarının şiddeti altında gerçekleşmiştir. Bütün ilkel veya “el koyarak” birikim süreçleri gibi kan ve gözyaşı yüklüdür.
Türkiye’de ilkel ya da “el koyarak” sermaye birikim süreci bitmemiştir ve hâlâ sürmektedir. AKP döneminin, baskı ve zorbalıkla sermayenin el değiştirme dönemi olduğuna yalnızca ayakkabı kutuları ya da millete söven telefon kayıtları değil, yağmalanan ormanlar, dereler ve kent toprakları, yok pahasına özelleştirilen kamu iktisadi teşekkülleri kanıttır.
Bu yağmadan en büyük pay, merhum Mustafa Koç’un başında bulunduğu tekele düşmüştür: Tüpraş. Halkımızın ve işçi sınıfımızın el konmuş emekleriyle kurulan bu ağır sanayi kuruluşu, değerinin onda biri bile olamayacak bir fiyatla Koç ve uluslararası ortağına hediye edilmiştir. “Demokrat ve uygar burjuvanın” hiçbir uygarlık değeriyle bağdaşmayacak bu satış’tan ne kadar kazançlı çıktığını biliyoruz.
Mustafa Koç ölünce, başarısını göstermek için açıklanan kâr ve servet rakamları da bunu apaçık ortaya koyuyor. Türkiye’nin zenginliklerinin neredeyse onda biri bu “demokrat ve uygar” ailenin tekelindedir. Bu tekel ve AKP döneminde Türkiye’nin varlıklarını açgözlülükle mülkiyetlerine geçiren tekeller, halkımıza reva görülen diktatörlükten pek memnundurlar. AKP iktidarı olmasaydı kamunun zenginliklerini kolaylıkla ele geçiremeyeceklerini ve emekçileri asgari ücrete mahkûm ederek, kapitalizmin ilkel birikim koşullarında çalıştıramayacaklarını çok iyi bilmektedirler. Bu bilgiyle 7 Haziran akşamı AKP’den daha çok onlar korktular.
Sosyolog Emre Kongar da, bunu bilir; bilmemesi düşünülemez, ama görevi tekelciye methiye yazmaktır. Tatsız bir görevdir. Bu tatsız işi, lise ders kitaplarında yazılan “burjuva” güzellemesini yineleyerek geçiştirmeye çalışmaktadır.
Oligarkın ölümünün otopsisi
Oligarkın ölümünün otopsisi çok acımasız gerçekleri gün ışığına çıkarmıştır. Neredeyse “ulusal yas” ilan edilmiştir. Neredeyse, Emre Kongar sosyolojisi bütün ilerici kamuoyuna nüfuz etmiştir. Mustafa Koç’a soldan bile güzellemeler yapılmaktadır. Gezi günlerinde Koç’un Divan oteli’ni bir devrim merkezi yapacak “şehir efsaneleri” üretilmiştir. Oligarkın ölümünün otopsisinde, bilgisiz ve belleksiz bir toplum olmanın acı göstergeleri bulgulanmaktadır.
Oysa daha bir yıl önce, Gezi duyarlığının, dipten gelen dalgasının işçi sınıfına ulaştığı heyecanımıza kaynaklık eden metal işçilerinin büyük eylemi vardı. Koç’un uluslararası tekellerle ortak olduğu Tofaş ve Ford fabrikalarındaki işçiler, ücretlerinin birazcık arttırılması için direnişe geçmişlerdi. Burada yazmıştım, “İşçinin Kapital’le İmtihanı” diyerek, Koç ve benzerleri eliyle yürütülen artı değer sömürüsünün korkunçluğunu gösteren rakamlar vermiştim: “Metal işkolunda işçi başına kârlar 80 bin TL ile 150 bin TL arasında değişiyor.” İşçinin yıllık ücreti ise 30 bin TL’ye çıkmıyor bile. İstanbul Sanayi Odası’nın 500 büyük sanayi firması verilerinden yararlanan Mustafa Sönmez, şu sıralarda işçilerin aylık birkaç yüz liralık ücret artışı için direnişte olduğu Tofaş şirketiyle ilgili 2013 yılına ilişkin şu bilgileri veriyor: “6 bin 357 işçi çalıştırarak 841 milyon TL kâr sağladı. Böylece işçi başına brüt kârı 133 bin TL’ye yaklaştı.” Tofaş’ta işçilerin aylık ortalama ücreti 2 bin beş yüz lira olsa, yıllık ücret toplamı 30 bin liraya geliyor. Şirketin toplam kârı işçi sayısına bölündüğünde bulunan rakama göre, işçi yılda 133 bin liralık değer yaratıyor ve bunun dörtte birinden daha azını ücret olarak alabiliyor. Sömürü oranının korkunçluğunu bu rakamlar apaçık gösteriyor.
Mustafa Sönmez’e göre, Tofaş örneğinden yola çıkarak, işçilerin ücretine aylık 500 liralık bir zam yapılsa 6 bin 400’e yakın çalışanın toplam alacağı 38 milyon civarında ve bu, yılda 850 milyona yakın kâr eden bu şirketin kârını yalnızca yüzde 4.5 azaltıyor. Yani işçi başına sömürü miktarı 130 binden 125 binlere iniyor.”( http://ilerihaber.org/yazarlar/b-sadik-albayrak/iscinin-kapital-le-imtihani/1220/)
Mustafa Koç, Tofaş işçilerini işten attı
İşçilerin direnişi kısmi haklar elde ederek sonuçlandı. Çok az alabildiler. Emre Kongar’ın “çöken bir rejimin altında kalarak tümüyle yok olmamak için, elindeki sermayenin sömürüsünü kabul edilebilir sınırlara çekmeye razı olan ‘akıllı’ burjuvazi”sini ne yazık ki göremedik. Mustafa Koç, direnişte öncülük eden işçileri saptayıp birkaç ay içinde 155 işçiyi işten atmıştı. Kârlarının yani sömürü oranlarının birazcık da olsa düşmesinden çok öfkelenmişlerdi.
Herhalde, Kongar’ın akıllı burjuvası öteki Koç’tu, kapitalizmi biraz törpülemezsek, sonumuz kötü olabilir, demişti.
Şunu bilelim; bugün AKP diktatörlüğü öküzün boynuzlarında değil, Koç, Sabancı, Ülker türünden tekellerin omuzunda yükselmektedir. Burjuvanın bırakın “demokrat ve uygar” olmasını, insan olup olmadığını tartışmamız gerekmektedir. Bugünlerde açıklanan korkunç bir veri şudur: Dünyanın yarısını oluşturacak bir servet 62 kapitalistin mülkiyetindedir. Bir milyon kişinin serveti, geriye kalan 7 milyarın servetine eşittir. Bu servetler belli ellerde biriksin diye savaşlar, çevre felaketleri dünyayı kaplamıştır.
Eğer Akdeniz sahillerine Aylan bebelerin ölü balıkcasına bedenleri vuruyorsa, Cizre’nin sokaklarında yetmiş yaşındaki dedemiz, acil servise gidebilmek için sokağa beyaz bayrakla çıkabiliyorsa, bunların temel nedeninin bu oligarşi olduğunu bilmek zorundayız. Bunlardan para kazanıyorlar.
Rusya, Işid’in petrol konvoylarının güzergâhını açıkladığında, bu yolun Tüpraş’a da çıktığını unutabilir miyiz?
Emre Kongar ve benzerlerinin oligarka methiyeleri belki rahatlatıcıdır, uykuya hazırlık yerine de geçebilir. Tekelciye methiyelerle sürüklendiğiniz toplumsal uykunuzda göreceğiniz rüyaların kâbus olacağından hiç kuşkum yoktur.