“Henüz vakit varken”, müzeler Işid ve tırcı kardeşleri elinde yakılıp yıkılmadan, arkeoloji ve tarihin iğneyle kazılarak çıkarılan kanıtlarını görmeye çağırıyorum sizi. İlk fırsatta, İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne veya Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne… Midas’ın Gordion’daki mezarından çıkarılırken oksijenle buluşunca tutuşup alev alan ve ancak yarısı kurtarılabilen bir oymacılık ve kakmacılık şaheseri ahşap masayı iyice belleğinize yerleştirin… Veya bugün Işid’in kanlı katliam gösterileri sahnelediği topraklardan çıkarılıp getirilen, çamura kazılarak yazılmış Gılgamış tabletlerini, tuzla buz edilmeden bir görün. İnsanlığın ilk destanını çivi yazısına işleyen ustaları düşünerek silinmezce aklınıza nakşedin.
Ankara Müzesi’ndeki o kırk parçadan binbir emekle yeniden yapılmış koca seramik vazoyu da incelemelisiniz. Üstündeki o çağın yaşam sahnelerini resmeden çizgilere iyi bakın. Kadınla erkeğin cinsel ilişkisinin bu vazodaki resminden, ilkçağın aşk anlayışının tarihi filmlerdekine pek benzemediğine emin olacaksınız. Uygarlık demek, eşitsizliğin ortaya çıkması ve aynı süreçte kadının erkek egemenliğinde nesneleşmesinin başlaması demektir.
Nemrut’un tanrı heykelleri
Aydın’ın Geyre köyündeki, toprağın altından kazılarak çıkarılmış Afrodisias heykel atölyesini ve heykellerini de bir an önce görmelisiniz. Adı bile aşk tanrıçası Afrodit’in adını çağrıştıran, bu nedenle daha büyük bir yıkım tehlikesi altında bulunan Afrodisias’ın anısı bir süre sonra yalnızca Ara Güler’in fotoğraflarında kalabilir. Kentin mermerden anıtsal dörtlü kapısının, Tetrapylon’un altından geçerek, yirmi bin kişilik stadyumunda eskiçağın koşularını, seyirci bağırtılarını hayal ederek ağır ağır birkaç tur atmalı…
Henüz vakit varken, Türkiye de, Işid’in ak-benzerleri eliyle yakılıp yıkılmadan, kar kış demeden Nemrut’a tırmanın, iki bin yıldır dondurucu soğuğa, yakıcı güneşe direnerek ayakta kalmış tanrı heykellerini iyice bir gezip görün. Balyozlarla, “hilti”lerle bir akılsızlık saldırısına uğramadan önce, güneşin doğuşunun ilk ışıkları içinde belirişlerini ve güneşin batışının son ışıkları içinde gölgelenişlerini, dağın canlandırıcı havası içinde iyice duyumsayın, yarının albümlerinde gözü yaşlı da olsa bakacağınız bir iki fotoğrafınız olsun.
Nemrut’a gitmişken, Malatya üzerinden benim memleketime de, Divriği’ye de geçmeyi unutmayın. 13. Yüzyıl başından kalma bir mimari ve heykel anıtını, Ulucami-Şifahane’yi son görenlerden biri olabilirsiniz. Ak-yobazların ataları onu yıkıp parçalamaya çoktan başlamışlar bile, o yüzden, Şifahane kapısının iki yanındaki kadın ve erkek başı kabartmalarından geriye parçalanmış izleri kalmış. Doğan Kuban’ın “Cennetin Kapısı” dediği, Kuzey Taçkapısı’ndaki, Hürremşah ustanın taştan kabartmalarına doya doya bakın. Kendinize güveniyorsanız, kaleye de çıkabilir, Çaltı çayına başınız dönerek tepeden bakabilir, uçurumun kıyısına inşa edilmiş kale camisinde, Ulucami’nin bu kaba modelinde düşüncelere dalabilirsiniz.
Zenginliğiniz unutulmasın ki alçaklığınız bilinsin
Hiç vakit kaybetmeden Efes’e de gitmek gerekiyor. “Hiç eksik olmasın zenginliğiniz Ephesos'lular. Olmasın ki alçaklığınız hep belli olsun” diyen Herakleitos’un, bu alçaklara katlanarak yaşadığı şehre hemen gitmeli. Çünkü bir zamanlar resmi paraların üstüne de basılan kütüphanesiyle ünlü bu şehrin yeni bir saldırıya uğraması muhtemel. Nasıl olmasın, hem düşünürleri hem de kütüphanesi önemli. Herakleitos’un, binyıllar öncesinden özlerini ortaya koyarak, alçaklıkla özdeşleştirdiği zenginlerin “yamaç evleri”ni gezmek için son fırsat olabilir. Aynı ırmakta iki kere yıkanılmaz diyen filozofun yapıtlarını yok ederek, bugüne bölük pörçük beş on cümlesinin kalmasına neden olanların kimbilir kaç kuşaktan torunları, alçaklar, doludizgin geliyorlar.
Bir yolunu bulup, bir an önce, “Divânu Lügati’t-Türk”ü de görmek gerekiyor. İstanbul Darülfünun’un pahalı bularak satın almayı reddettiği, kitap tutkunu Ali Emiri Efendi’nin, sahaflarda gözlerine inanamayarak kurtarmayı başardığı, Kaşgarlı Mahmud’un bu ilk Türkçe sözlüğünün günümüze gelebilen tek elyazmasını, insanlıktan nasibini almayanlar, birkaç gün önce elyazmalarıyla dolu bir kütüphaneye yaptıkları gibi, her an yakabilirler. İskenderiye Kütüphanesi’ni yok edenlerin torunları… Kendisi kadar, kitap olarak günümüze gelişi de serüvenli bu kültür hazinesini kurtarmanın bir yolunu aramalı.
Hiç zaman kaybetmeden, bu hafta sonu bir tiyatroya ya da bir sinemaya gitmeli. İstanbul İstiklal Caddesi’nde sinema kaldı mı? Son kalan iki tiyatrodan birine, Küçük Sahne’ye ya da Ferhan Şensoy’un Ses Tiyatrosu’na gidip bir oyun izlemeli. Bunların ortadan kaldırılmaları da an meselesi. Koca AKM, Emek, Alkazar sinemaları, Taksim Sahnesi, Muammer Karaca Tiyatrosu, Tepebaşı Deneme Sahnesi ve benzerleri gibi… Ankara’da, yakın zamanda, gizlice otelcilere tapulanan Şinasi ve Akün Sahnelerini kurtaramamanın acısı daha bilincimizde tazeyken, ne yapıp etmeli ilk fırsatta bir tiyatroya gitmeli.
Ak-yobazları tarihe gömmek
Sabahleyin evden yolcu ederken çocuğunuza daha mı sıkı sarılıyor, kokusunu içinize uzun uzun çekiyorsunuz? Üniversitelerde “karşıt görüşlü” öğrenciler çatıştı haberleriyle irkiliyor, yalnızca hakkını arayanların üzerine saldıran, “sık lan, sık” diyen polisleri görünce iç savaş günleri mi aklınıza geliyor? Bangır bangır televizyonlardan uzak mı duruyorsunuz. Kanlı cinayet haberleri, öfkeli diktatör nutukları, akil zenne mırıltıları duymaktan gına geldi artık mı diyorsunuz?
Henüz vakit varken, insanlıktan nasibini almayanları durdurabiliriz mi, diyorsunuz? Ben de sizi müzeleri gezmeye onun için çağırıyorum ya…
İnsanlıktan nasibinizi alacak, insanlığın acılı tarihinin tanıkları arasında daha iyi bilenecek, ak-yobazları yenmek için daha güçlü hissedeceksiniz. Müzelerde, onların soyundan sömürücü, halk düşmanı, zalimlerin tarih bilincini pekiştiren kalıntıları, Herakleitos’un diyalektiğini kulaklarımıza fısıldamaya devam ediyor.
Henüz vakit varken, Türkiye yanıp yıkılmadan, Haziran ortaklığıyla, daha güçlü ve iktidarı isteyerek…