Mutluluk makinesini icat edemesek de…

Önce yanlarında oyuncak taşıyan pırıp pırıl insanların ölümlerine sebep oldular, sonra Işid’le mücadele adı altında yaptıkları operasyonlarda yüzlerce solcuyu göz altına alıp devrimci bir kadını infaz ettikten sonra bayrağın yoksulluğu örtemediğe evlere acı salarak mutsuzluğun ülkesini inşa etmek amacıyla yola koyuldular. Kendi ayıplarını örtmek üzere ülkeyi ateşin ortasında bıraktılar. Varto’da, Diyarbakır’ın ilçelerinde, Yüksekova’da, Cizre’de, Nusaybin’de sokağa çıkma yasağı adı altında olağanüstü rejim şartları oluşturarak güya terörist hakladılar. Toprağa verilen teröristlerin bazıları şöyle: Muhammed Tahir Yaramış (35 günlük); Cemile Çağırga (13); Selman Ağır (10); Bünyamin İnci (15); Mehmet Dikmen (70); Mehmet Erdoğan (75); Mehmet Emin Açık (70) …

Sokağa çıkma yasağının kalktığı (zaman zaman yinelenmekte) gün geride telafisi olanaksız bir travma kaldı. Sağ kalanların hayatlarında büyük kırılmalar olurken, oy verdiği vekilinin ilçe sınırına yaklaşmasına dahi izin verilmezken; Batı’da hayatında tek bir kitap bile okumamış insanlar kitapevi yakıp Kürt’e benziyor diye önlerine gelen yanık tenli adamları linç etmeye çalıştılar. Mafya babaları düzenledikleri mitinglerde dilindeki nefret ve kin söylemleriyle iktidara yaranmaya çalışırken onlarca güzel yürekli insan Ankara’da katledildi, barış kana bulandı. Bombanın patladığı alanda güvenlik güçlerinin esamesi okunmazken İçişleri Bakanı şen bir ifadeyle ‘Güvenlik zafiyeti yoktur,’ diyebildi. Nefret tüketen bir duygudur. İki taraf için de geçerli bu. Kardeşiniz yanarken elinizdeki bardaktan lıkır lıkır su içiyorsanız tükenmişsinizdir. Büyük devlet, yüce erk hikâyelerine hâlâ inanan arkadaşlar gerçekte o kadar yoksul ve zavallısınız ki mutsuzluğunuzun, açlığınızın yarattığı öfkeyi size işaret edilenlere yöneltiyorsunuz. O parmağın sahibi ise keyifle ellerini ovuşturuyor.

Doğu’da veya Batı’da, Ankara’da veya Diyarbakır’da inadına barış diye çırpınan insanların terörist olduğuna inananlar Gezi Direnişi’nde gençlerin camide içki içip türbanlı bir kadının üzerine işediğine, Ethem’in havaya ateş etmekte olan polise taş attığı için yanlışlıkla vurulduğuna da inanmıştı. Yoksun tarih bilinçlerine ve bilgilerine sığınarak ‘Bu meydan kanlı meydan’ diye türkü söylerseniz meydan böyle kana bulanır, diye karşılık verdikleri barış elçilerinin; direnen, boyun eğmeyen her insanın öldürülmeyi hak ettiğini düşünenler Ali İsmail’in inançsız olduğunu, Berkin’in ekmek almaya gitmediğini öne sürerek öldürülmeyi hak ettiğini de söylemişti. Eskiden zenci haklarını savunanlara zenci aşığı, II. Dünya Savaşı’nı dile getirenlere Yahudi sevici diyorlardı. Şimdi bakıyorum da kafatası yarışçıları, iktidar yalakaları, Türkiye’deki kaosu yaratanları siyasi ve entelektüel açıdan destekleyen vicdan ve izanını kaybetmiş herkes kokmasın diye derin dondurucuda saklanan kız çocuğuna bile aldırmayıp içindeki Kürt düşmanlığını gözler önüne sermekten, Veysel’in gözlerindeki ışığa dayanamayıp çocukları bile cadı avının parçası haline getirmekten çekinmiyor ve ben insanlık hiç mi ileri gitmiyor diye sormadan edemiyorum.

Bakın, karşıki dağın eteklerindeki kentte on yaşında bir kız çocuğu var! Burnundaki kesif ceset kokusunu, Ankara’da katledilen Veysel’i, Diyarbakır’da öldürülen Helin’i ve daha nice devlet eliyle öldürülen çağdaşlarını ömrü boyunca hatırlayacak. Önce yüce dağlara, sonra ona mecliste siyaset yapma hakkı dahi tanımak istemeyenlerle kardeşi yanarken elindeki bardaktan lıkır lıkır su içenlere, bir de hümanist görünüp ‘Ama şöyle, ama böyle…” diyerek saplandıkları fikirde boğulanlara dikkatle bakacak. Ve korkum odur ki gelecekte ne yapacağına karar verirken burnundaki kesif koku en büyük yardımcısı olacak.

Oysa daha güzel bir hikâye yazabiliriz. Mutluluk makinesini icat edemesek de daha güzel bir gelecek yaratabiliriz. Ray Bradbury’nin Karahindiba Şarabı’nı okuyanlar bilirler. Green Town’ın eşsiz çimenlerinin kokusu ve yaz rüzgârıyla, cırcır böceklerinin sesiyle ve Karahindiba şaraplarıyla dolu şişelerde korunan anılarla oluşturulan bir cennet hayali. 12 yaşındaki Douglas Spaulding’in Green Town’da geçen 1928 yazına ait maceralarını temel alan ve  aynı zamanda yarı otobiyografik bir eser olan bu romanda yazar okura “Bir gün yaşamakta olduğunu keşfedeceksin. Patlama! Sarsıntı! Aydınlanma! Sevinç! Gülersin, etrafta dans edersin, bağırırsın. Ama uzun sürmez, güneş çekilir. Kar düşer ama bir ağustos ayı öğleninde kimse görmez.” (s.27) diye sesleniyor. Ah, işte bu yüzden “kendimi, evin yanındaki o fıçıdan bir maşrapa yağmur suyu getirmek için koşan o çocuğa” çevirip yarının güzel hikâyesine katkıda bulunmak isteyenlere Büyükbaba’nın sözlerini salık veririm. “Şimdi yukarı, bloğun çevresinde üç tur koş, beş takla at, altı şınav çek, iki ağaca tırman. Böylece ağıtçıların şefi yerine bir orkestra şefi olursun. Haydi.” (s.206)

*Karahindiba Şarabı, Ray Bradbury, Çev: Zeynep & Ozan Kayalıoğlu, İthaki Yayınları, Mayıs 2015.

**Bana ayrılan bu köşede iki haftada bir sizlerle gündem ve okuma maceralarım üzerine yazdığım yazılarımı paylaşacağım. Teklifi sunan editör arkadaşımı, can yoldaşımı sevinçle yanıtlamıştım. Lakin Haziran 2015’den bu yana yaşadıklarımız 10 Ekim’de Ankara’da çığ oldu. Bugün ‘Ne olur beni aramayın, iyiyim demeye utanıyorum,’ diyen dostumun doğum günü. Arayamıyorum. Onu Ray Bradbury’nin cennet hayaliyle selamlıyor, sımsıkı kucaklıyorum. Soluduğumuz hava artık et ve kan kokarken utansam da insanlığımdan, gerçekleri yazmaya ve inadına barış demeye devam, diyorum.