Solda, “Yeni Türkiye”nin ne olduğuyla ilgili kavram birliği yok. Bir ölçüde doğal. Bu deneyimin, bildiğimiz olağan ve olağanüstü devlet, hükümet biçimlerinden birine “cuk” oturmayan bir karakteri, kendine ve döneme özgü bir oluşum süreci var. 12 yıllık AKP iktidarı, başlayıp bitmiş bir “nokta operasyonu” da değil. AKP düzenine, henüz son sözün söylenmediği iki yüz yıllık hesaplaşma sürecinin bir uğrağı olarak bakmak daha doğru.
Bu tartışmayı burada uzatmayacağım. Yalnızca bir not: AKP’nin iktidara gelişini ve yerleşmesini “karşı devrim” olarak nitelemek doğru değil. AKP gerici bir programı, köktenci, uçtan, “düşman” kurgusu üzerinden, bu çerçevede “karşı devrimci” bir siyaset tarzıyla yürütüyor. Terimin bu anlamda kullanılmasında bir sorun yok. İki kullanım arasındaki fark ise önemsiz değil.
Ne oldu?
AKP iktidarıyla birlikte, iktidarın sınıfsal kaynağında, sermaye düzeninin niteliğinde ve devletin temel yapısında esaslı bir değişiklik olmadı.
Peki ne oldu?
Bir: Devletin kurucu ilkeleri, felsefesi “kopuş” sözcüğünü hak edecek biçimde başkalaştırıldı. Kırların hızlı çözülüşünün, hızlı ve yığışmalı kentleşmenin altyapısını hazırladığı bir sosyolojik temel üzerinde dinci gericilik devlet içinde ve toplumda tırmandırıldı. Din ve devlet işlerinin birbirinden biçimsel ayrılığı biçimindeki bize özgü güdük laiklik, ısısı azar azar artırılarak içindekilerin alıştırıldığı bir kazanda buharlaştırıldı. Seküler yaşam tarzına devlet eliyle “yukarıdan ve “aşağıdan” müdahale edildi. Hukuk, yasalar bu doğrultuda yenilendi. Ana okullarından başlayarak eğitim, dinci ve kinci yeni kuşaklar yetiştirme hedefine göre yeniden biçimlendirildi.
İki: Yasama, yürütme, yargı arasındaki geleneksel yetki dağılımına, sivil asker bürokrasinin özel rolüne dayanan düzen içi iktidar ve güç ilişkileri yıkılıp yeniden yapılandırıldı. Tüm iktidarın, yetkinin tek partinin ve tek adamın elinde toplandığı, otoriter ve totaliter polis devleti oluşturuldu. Bu süreç devam ediyor.
“Eski rejim” direnemedi. Çünkü, çürümüştü. Direnemedi; çünkü Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle başlayan, 2008 kriziyle birlikte daha açık hale gelen kaotik dünya konjonktürüne ayak uyduracak durumda değildi.
12 Eylül, çürüme sürecinin son halkasıydı. Emeğe, emekçilere, Kürt halkına ekonomik ve siyasal şiddetti. Bu darbeyle sermayenin merkezileşmesinde ve yoğunlaşmasında yeni bir aşamaya geçildi. Düzen içi partilerin programları tekleştirildi. 12 Eylül, büyük dozda dinci gerici aşıyı bu toplumun dokularına zerk etti.
Faşist generaller ve sivil sürdürücüleri, AKP iktidarının yollarını kendi elleriyle döşediler. Faturanın üzerinde ise “Kemalizm” yazıyordu.
Eski rejimin laiklik ve seküler yaşam bakımından ibret verici bir geçmişi var. Yalnızca bir örnek vereceğim. Asker kökenli cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, 1969 yılında şunları söylüyordu: “Bugünkü okullar birer anarşi yuvası haline geldi. Bu okullarda yetişen gençlere memleket idaresi teslim edilemez. On yıl sonra bunların hepsi iş başına gelecekler. Onlara nasıl güvenebiliriz? Hem biz laik okullara karşı İmam-Hatip Okullarını bir alternatif olarak düşünüyoruz (vurgular benim-HY). Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri bu okullarda yetiştireceğiz.” Eğitimin ve toplum yaşamının dinselleştirilmesi Milli Görüş geleneğinin, AKP’nin eseri değildir. Onlar, büyütülmüş ağacın meyvelerini topladılar.
“Olmaz” ve “Olur”
Şimdi, AKP rejimine karşı mücadelenin “olmaz”ını yazabiliriz: “Eski rejim” güçlerine ve ideolojisine dayanarak, AKP’den kurtulmak da, daha ilerisine yürümek de olanaksızdır! Eski rejimin güdük laikliğinin geri getirilmesi, rehabilite edilmesi mümkün değildir. TÜSİAD da içinde olmak üzere, Türkiye’de hiçbir sermaye kesiminin, yoğun sömürü ve yağmayı “kader” olarak göstermenin etkili yöntemi olan dincilikle bir sorunları yoktur. AKP’nin en önemli başarılarından biri, İslamcılaşmayı burjuva muhaliflerine “normalleşme”, “mutabakat” olarak kabul ettirmesidir.
Laiklik, devletin, kamusal alanın ve siyasetin, dinden, dini inanç ve referanslardan arındırılması; devletin, tüm inançlara ve inançsızlıklara tarafsız ve eşit davranması; din ve inanç özgürlüğünün kişisel bir hak olarak güvence altına alınmasıdır. Laik devlet, din ve ibadet işleri için kamu bütçesinden bir tek kuruş harcayamaz. Laik devletin içinde Diyanet İşleri Başkanlığı ya da benzeri bir organ, kurum olamaz! Laiklik, dinin siyasetten, devletin dinden elini çektiği bir durumdur.
Seküler toplum, toplumsal ilişkilerin “öteki dünya”, dinsel düşünce ve normlara göre değil, “dünyevi” esaslar üzerinde biçimlendiği toplumdur.
Aydınlanma ama…
Laik devlet, boşlukta var olmuyor. Laikliğin güvencesi, gündelik yaşamın dinsel normların dışında sürmesidir; seküler toplumdur. İslam dünyasındaki tek ve kabul etmek gerekir ki en ileri burjuva laik devlet deneyimi olan Kemalist laikliğin tıkandığı nokta burasıdır.
Sekülerlik en çok 1960-80 arasındaki sol yükseliş döneminde canlanmış, topluma en çok bu dönemde nüfuz etmiştir. Büyük kitleler, dünyevi etkinlikle, mücadeleyle yaşamlarını değiştirebileceklerini bu dönemde öğrendiler. Yaşamını bu dünyada değiştirebileceğini, iyileştirebileceğini bilen, hatta sezen hiçbir insan, dindar bile olsa sorunlarının çözümünü dinde aramaz; dine sığınmaz.
Dinselleşmeye, dinin siyasetçe kullanılmasına karşı mücadelenin, burjuva ve emekçi çizgilerinin ayrıldığı nokta da burasıdır. Burjuva aydınlanmasının dinsel inanç ve hurafeler karşısında insan aklını ve bilimi savunması elbette değerlidir ve insanlığın ilerlemesine katkı yapmıştır. Sınıfsal konumundan gelen sınırlar ise en başından beri nettir: Aydınlanma burjuvazi içindir. Alt sınıflara, proleterlere Allah ve din gerekir. “Aydınlanma, inanç meselesini dert edinmiş olabilir; fakat özel olarak din karşıtı değildir. (…) Kitleler Bakire Meryem önünde eğilirken Akla tapınmak, egemenler için akıl kârı değildi.” (Terry Eagleton, Tanrı’nın Ölümü ve Kültür, Çeviren: Selin Dingiloğlu, Yordam Kitap, İstanbul, Temmuz 2014, s. 20 ve s.39)
Bunca deneyimden ve dünyanın bugünkü durumundan sonra açık ve kesin biçimde şunu söylemek gerekiyor: Laik devlet için mücadele, seküler toplum için mücadeleden, o da sınıf mücadelesinden ayrı düşünülemez.
Burada, bir parantez açmam gerekiyor: Tüm eksikliklerine rağmen bizdeki laiklik uygulamasının kazandırdıklarını küçümseyenlerden değilim. Seküler yaşam tarzını içselleştirmiş, bilim ve aklı referans alan milyonlarca insan, devrim ve sosyalizm yürüyüşçüsü kuşaklar, biraz da Cevdet Sunay’ın sözünü ettiği o laik eğitimin eseridir. 1960-80 arasındaki 20 yılda, Türküyle Kürdüyle Türkiye insanı sosyalist aydınlanmaya pencerelerini o laik-seküler ortamda açtı.
Bu yazıyı daha fazla uzatmamak için parantezi kapatalım ve bağlamaya çalışalım.
Laik devlet-seküler toplum mücadelesi bugün ancak, burjuva aydınlanmacılığının ve Kemalist laikliğin ötesine geçen açık, ileri, emekçi/sosyalist karakterde bir programla başarıya ulaştırılabilir. Var olan laik-seküler birikimi canlandırıp etkili hale getirmenin yolu da budur. Çünkü, sahici ve gerçekçi olan, geleceği olan yalnızca budur!
Laik devlet-seküler toplum mücadelesinin toplumsal tabanını laikliği ve sekülerliği “zaten” savunan ve yaşayanlarla sınırlı gören bir yaklaşım bu mücadeleyi daha baştan güçten düşürmektedir. Bu yaklaşım, hem sosyalizm ve hem de laiklik-sekülerlik mücadelesinin toplumsal tabanını daraltmakta, güçlerini bölmektedir. Oysa, bu mücadelenin tabanı ve muhatabı toplumun mutlak çoğunluğunu oluşturan emekçiler kadar geniştir. Devrim ve sosyalizm mücadelesiyle, laiklik mücadelesini birleştiren bağın kurulacağı zemin burasıdır.