İlk duyulduğunda kulağa tuhaf gelen bir söylem olduğunun bilincindeyim: Kültürsüzlük üretmek!
Tuhaf, çünkü ‘üretim’ ile ‘kültürsüzlük’ sözcüklerini bir arada kullanmak sanki çelişki gibi. Hele Marksist dünya görüşünün egemen olduğu çevrelerde. Ama değil. Hele sözcükleri rastgele kullanma alışkanlığını – alışkanlığımızı! – bir yana bırakıp yaşadığımız dünyaya biraz daha eleştirel baktığımızda, hiç değil. Hemen burada, ‘okumak’ sözcüğü de imdadımıza yetişecek.
Dünya istatistiklerine göre Türkiye’de kitap okuma ortalaması, kişi başına yılda bir kitap. Yani bir kişi, yılda ortalama bir kitap okuyor. Bu hesaba göre bu ülkede seksen yıl yaşamış biri, hayatı boyunca ancak seksen kitap okumuş oluyor.
Japonya’da şu andaki ortalama, yılda on kitap.
Şimdi birisi kalkıp: “Ama artık dünyada çoktandır tek bilgi kaynağı kitap okumak değil ki!” diyebilir. Ve bu söylediği, haklı bir saptama olur. O zaman hemen ‘kitabın dışındaki bilgi kaynaklarından ne kadar yararlandığımız’ konusunda bizi aydınlatabilecek başka ortalamalara bakalım. Örneğin ‘kültürel ihtiyaçlar’ konusundaki ortalamalar.
Yani: Türk insanının örneğin tiyatroya, sinemaya, konsere, sergilere vb. gitmek, interneti ‘bilgi kaynağı’ olarak kullanmak, gazete ve dergileri izlemek gibisinden ‘kültürel’ denilebilecek ihtiyaçları, acaba ‘genel ihtiyaçlar listesi’nin kaç numaradaki kaleminde yer alıyor?
Türkiye’de bu sorunun yanıtını bulmak için, hem de birkaç kez, ciddi araştırmalar yapıldı. Örneğin yanılmıyorsam eğer, on yıl kadar önce yapılan bir araştırmanın sonucunda ‘kültürel ihtiyaçlar’ın Türk insanın ilk iki yüz ihtiyaç kaleminin dışında kaldığı saptanmıştı. Bu, şu anlama geliyordu: Bu yurdun insanı, ancak iki yüz kalemlik ihtiyaçlarını karşıladıktan sonradır ki, ‘kültürel’ ihtiyaçlarını karşılamayı düşünebiliyordu.
Ve bu sonucun saptanması ile birlikte, karşımıza düşünülmesi gereken iki nokta çıkıyordu.
Bir: İlk iki yüz kalemdeki ihtiyaçların hepsinin karşılanabilmesi, çoğunluk için hayal bile edilemeyecek bir durumdu. Dolayısıyla bu çoğunluk için ‘sıranın kültürel ihtiyaçlara gelmesi’ hiçbir zaman düşünülemeyecekti.
İki: Ülkenin resmi eğitim politikaları, insanın insan olabilmesi için ‘kültürel’ diye nitelendirilen kimi ihtiyaçların da bulunduğunu algılatabilecek politikalar değildi. Bu nedenle, ilk iki yüz kalemlik ihtiyaçlarının hepsini karşılayabilmiş olanların 201.kaleme hemen ‘kültürel ihtiyaçlarını’ koymaya başlayacakları gibi bir kesinlik yoktu.
Her neyse. Buraya kadar söylediklerimiz, ‘ilk iki yüz kalem ihtiyacın karşılanabilmesi koşulu’nun geçerli olduğu zamanlara aitti. Son istatistikler ise, aradan yaklaşık on yıl geçtikten sonra ‘ilk ihtiyaçların’ sayısının üç yüz elliyi (sayı ile: 350) aştığını gösteriyor. Yani şimdi ortalama Türk insanı, ancak 350 kalemlik ‘ilk ihtiyaçlarını’ karşıladıktan sonradır ki, sıranın artık ‘kültürel ihtiyaçlara’ geldiğini düşünebilmekte.
Ya da, daha doğru bir deyişle, düşünememekte. Çünkü aradan geçen on yıllık süreçte ülkemizde düşünmenin yerini ‘inanmak’ aldı. Şimdi resmi eğitim politikamız, ilkokuldan üniversite son sınıfa kadar uzanan geniş bir yelpazede öğrencilere nasıl düşünmeleri gerektiğinin öğretildiği değil, fakat neleri düşünmekle yükümlü olduklarının ezberletildiği bir eğitim politikasına dönüştü.
Özetin özeti: Çoktandır artık kültür üretilebilecek bir ortamda yaşamıyoruz.
Ancak kültürsüzlük üretimi için ideal sayılabilecek bir iklimde yaşıyoruz.
“Üzerinde düşünülmeyen bir hayat, yaşanmaya değer bir hayat değildir” demiş olan o bunak Sokrates’in ölümünün üzerinden ise neredeyse 2600 yıl geçti…