Korona zamanlarının biyolojisi...

Yeni slogan “hayat eve sığar”.

Şu mini minnacık varlık, hayatı eve de sığdırdı. Hayatın içinde bizleri de nerelere sığdırmaya da devam ediyor.

Herkes gibi eve sığmanın bu zorunlu biçimini ben de yaşıyorum.

***

Korona zamanlarına peşrev:

Dünya Sağlık Örgütü, daha düne kadar, içinde bulunduğum yaş grubunu (60-70); orta yaş sayarken, şimdi bu virüs salgını, biz yaştakileri sokağa çıkması yasaklananların arasına koyuverdi. Böylece, bu yaşımda bir de “yaş ayırımcılığı”nın ne olduğunu öğrenmiş oldum. Yoksa düne kadar, yaşamda böyle bir sorunumuz olabileceği, aklımın ucuna dahi gelmemişti. Üzüldüm mü? Kesinlikle hayır ve sonuçta bu biyolojik süreci hayat bize öğreterek yaşatıyor.

Şimdinin gençlerine sorsanız, 68-78 kuşağı gençlik dönemlerini nasıl tanırsınız diye? Yanıt ihtimaldir ki bizim kuşakları “adanmışlığa adanmış” efsane kuşaklar diye yanıt gelecektir. 

Eskiye rağbet olsa, bitpazarına nur yağardı. Ama bizim kuşaklara ilişkin görüp geçirdiklerimiz ve çektiğimiz çileler hakkında, şimdiye değin, neler de neler yazıldı. Yazılanlara bakılırsa görmediğimiz kalmamıştı. Doğrusu, bu yaş gruplarındakiler olarak, bizler de buna inanır vaziyetteydik. Ne ki, şimdi yaşlı diye evinde oturtulan 68’liler, hayatlarında ilk defa yeni bir şeyle karşılaştılar ve bugünün gençleriyle beraber, böyle bir dünyada, mini minnacık bir virüsün neden olduğu hastalık salgınını evlerinde oturtularak yaşıyorlar.

Dünyada “ne olup bitiyor”u takip etmek, benim gençliğimde hayli maharet isterdi. Telefon, televizyon, bilgisayar, ya neredeyse ulaşılmazdı ya da yoktu.

Şimdi öyle mi ya!

Haberin günlüğü bile bayat; anlık mesajları cebinde duymak ise sadece alışıldık bir “vııp vııp” sesi. 

Farklı bir “zamanın coğrafyası”nı yaşıyoruz.

Zamanlardan “korona” zamanındayız.

Coğrafya ise bütün dünya…

Koronanın neden olduğu pandemi dünyayı yakıyor. Ölüp giden insanlar için artlarından yakılan ağıt ise “ah hastalığa yakalandı, yakalanmasaydı…” feryadını içeriyor.

Hem korku var; hem de akıllara sığmayan bir hayret.

Mesela, İngiltere veliahtı Prens Charles’a ilişkin haber ilginç. Bu yazının yazıldığı sıralarda muhteremin “Korona +” pozitif olduğu dünyaya duyuruldu.

Habere bakılırsa, on beş gün önce Monako Prensi ile resmi görüşmesinden sonra, önce Monakolu şimdi de kendisi olmak üzere, her iki prens efendi, “Kovid-19” tarafından tuş edilmiş durumdalar.

Yani virüsümüz prens, mirens takmıyor.

Ben korumalarını merak ediyorum. Bakalım, medeni batı, onlara nasıl bir fatura çıkaracak.

***

Tempo: Hayatın hızı

Giderek rutinleşen ve hızlanarak gelişen bir ev hayatının içinde yuvarlanırken, sokakta zorunlu görevlerle boğuşan insanlar daha sakin bir koşuşturmanın içinde sürükleniyorlar. 

Sağlık ekibinin iki asal elemanı hekimler ve eczacılar, kendi kurumları içinde yardımcılarıyla ve sağlık ekibi bütünlüğü içinde çalışıyorlar.

Sağlık ekibi, bulaşıcı riski altında ve fakat yeterli, yetersiz her tür önlemle kendi görevlerini fedakârca yerine getirmeye çalışıyorlar.

Birkaç gece, ahali pencere ve balkonlara çıktı; alkışladı falan. 

Teşekkür, minnet bildiriminde bulunmak için. Yani naif milletizdir vesselam. Kafamız bozulursa hekimi, eczacıyı döver, çarpar darp ederiz. Fren tutmazsa bıçaklar falan öldürürüz. Sonra da “yandı gülüm keten helvası, tabancası belinde”, balkonlara çıkar alkış, bağırış minnet bildiririz. Şaka gibi…

Hayatın hızı nedir sizce? Kendi yaşam deneyimimizde, hayatın akış hızı ve bunun farkındalığı olmasın? Zamana ilişkin kavramlarla söylenecek olursa ritim, sekans ve eşzamanlılıkla (senkron) tanımlanan bir hız ve deneyim bütünlüğü.

***

Hayatın hızının parçacıkları:

Ritim, yalın haliyle, çalışılan zamanın, çalışılmayan zamana oranını içinde barındıran ve hem biyolojik ve hem de sosyal faaliyetlerin düzenlilik ölçütüdür.

Sekans ise, ”dizi, silsile veya seri” anlamında bir sözcük. Yani belirli bir süre içinde arka arkaya giden şeylerin dizilimini, birbiri ardına gelmesini, art arda seyir ve sıralanımını ifade ediyor. Bu silsile konusu, şöyle de anlatılabilir: Sabah kalktıktan sonra, akşamleyin mi yatarız veya akşam yattıktan sonra, sabahleyin mi kalkarız?

Senkrona gelince, insanların ve faaliyetlerinin birbirine ne ölçüde uyumlu olduğunu tanımlar. Hem biyolojik olarak ve hem de sosyal hayatta.

***  

Hayatın hızı olarak ritim:

Tekrar ritim meselesine döneyim…

Yatarız akşam; kalkarız sabah. Yani dünyanın kendi çevresinde ve uzun vadede güneş çevresinde dolanımıyla ilgili bir aydınlık-karanlık ritmimiz var. Buna göre gündüz aktif, gece pasif ve istirahatte bir ömür döngüsü sürdürüyoruz. Bu bizim hem biyolojik ve aynı zamanda sosyal yaşam ritmimizi oluşturuyor.

Bedenlerimizin içsel kimyasallarına, endojen maddeler diyoruz. Bu kimyasallar, sahip oldukları aktivite rolüne göre, bizim hareket, davranış, ruh halimiz gibi tutumlarımızı dış dünya aktivitelerine yansıtıyorlar veya yansıtmaya aracılık ediyorlar. Bu iş, bizler uyanıkken, yani gündüz farklı bir emir-komuta zinciri içinde. Gece ise mekanizmanın devamlılığı, başka bir emir-komuta zincirini barındırıyor. Bir defa, büyük bütünlüğünü, uyku denilen başka bir fizyolojik sürecin içinde geçiriyoruz. Beden o sırada, yenilenme, tamir olma ve enerji-güç biriktirme gibi farklı bir tamamlanmayı yaşıyor. Bu iş sürgit döngüsel olarak devam ediyor. Yani sabah kalk, akşam yat. Bakıyorsunuz hayatın akışı bu akreple, yelkovan arasına sıkışmışlıkta devam ediyor.

Ritim meselesi sadece bize özgü değil. Tek hücreli prokaryot canlılardan, bizim gibi çok hücreli ökaryot hücrelilere, her canlı, kendine özgü bir biyolojik ritim içinde kendi ömrünü tamamlıyor.

Şu yenilerde tanıştığımız Kovid-19 adlı taçlı kraliçe virüs hazretleri de benzeri bir ritme sahip. 

***

KOVİD-19: Ritim, sekans ve senkronizasyon:

Hadi şu virütik ritim işini bir anlayalım.

Bir defa bütün virüsler, kendi başına canlı değiller. Ama ölü de değiller. Tamam, o zaman nasıl varlıklar? Bir şekilde aktifleşmeyi bekleyen bir DNA veya RNA sahipler. 

Bu DNA ve RNA, hücrelerimizin çekirdeklerinde bulunan nükleik asitler. 

Hayatımızın sırrı, biz kimiz ya da kimliğimize ilişkin bütün özelliklerimiz, bu nükleik asitlerin yardımıyla oluşturulan kromozomlarımızda yazılı vaziyette.

Kromozomlar ise, canlı vücudundaki neredeyse tüm hücrelerin çekirdeklerinin içinde yer alan, sıkıca sarılmış DNA paketleri.

Her şey yavaş yavaş tamamlanıyor. Nasıl mı?

Virüsler, hücresel organizasyon göstermiyorlar. Kendi kendine enerji üretemiyorlar. Makro molekül, yani kendi başına protein sentezleyemiyorlar. Bölünerek değil replikasyonla (kopyalanma) çoğalıyorlar. Tek tip nükleik asit (DNA ya da RNA) içeriyorlar ve canlı hücre dışında da inert (etkinlik göstermeyen, uyuşuk) olarak bulunuyorlar.

Bunlar başlıca özellikleri.

Virüsler, başka bir canlı hücresine yapışıp içine girdiklerinde, o hücre içinde kendini kopyalayarak çoğalıyor. Bu çoğalma işine aracılık eden hücreye enfekte hücre diyoruz. Yani taçlı kraliçe Kovid-19, piyangodan çıkıp bize musallat olursa, solunum yolu organlarımızdaki hücrelerde çoğalmaya başlar. Böylece, bulaş olarak, bizde de viral enfeksiyon da başlamış olur.

Korona hanım (esasında bir cinsiyeti yok ve ben öyle yakıştırdım); enfekte hücre içerisinde veya enfeksiyon sürecinde, virionlar ve bağımsız viral parçacıklar halinde bulunabiliyor. Bu virion veya viryon, bir virüsün tüm yapılarını barındıran tek bir virüs partikülü.

Genelde viryonun üç parçası bulunur. Bunlar viral genom, bunu çevreleyen kapsid denilen bir protein tabakası ve bu tabakayı saran yağdan (lipit) oluşan da bir zarf yüzeyi içermekte.

Bu viryon ya da virüs parçacıkları, şekil olarak, sarmal, kübik veya karmaşık görünümlerde de olabiliyor. 

Evrimsel olarak kaynakları açıklanamamış olmakla beraber, ya plazmidlerden (hücreler arası dolaşan DNA parçacıkları) ya da bakterilerden evrimleştikleri tahmin ediliyor. Genel de de boyut olarak, ortalama büyüklüğe sahip bir bakterinin yüzde biri büyüklüğündeler.

Geldik önceki soruya hem canlı değiller ve hem de canlıya dönüşebiliyorlar. Kısaca bunlar yaşamın kıyısında yaşıyorlar ve tam da adlarına “kopyalanıcılar” deniliyor.

Korona hanım içimize nasıl giriyor?

İçeriye girebilmesi için, bizim hücre duvarına tutunması ve bir kapı bulması gerek. Bu kapıya reseptör diyoruz. Korona hanım için, solunum yolu organlarındaki kapı reseptörü, ACE-2 dediğimiz bir enzim.

Bu enzimi tanıtmayı sonraya bırakıp, devam edeyim.

Taçlı kraliçe Korona, ACE-2 ye yani reseptöre tutunduktan sonra kapıyı aralıyor. Buna penetrasyon diyoruz. Sonra da içeriye giriş için koşul olan soyulma işlemini yapması gerekiyor. Yani kendi elbiseleri olan zarfını atması ve içeriye, kapsidin içinde muhafaza edilen genomuyla dalması gerekiyor. 

Soyulmuş parçacık, hücre içindeki revers transkiriptaz adlı bir enzimle kendine ait DNA’yı üretiyor. Bu viral DNA da konakçı hücrenin yani bizim vücudumuza ait hücrenin çekirdeğindeki DNA’ya bağlanarak onunla bütünleşiyor. Artık bizim DNA, bizim değil virüsün DNA'sı. Bunu takip eden basamak ise viral mRNA dediğimiz haberci genom parçacığı. Bu RNA'lar viral proteinleri üretip, yeni kopya virüsün tomurcaklanmasını sağlıyor. Yeni virüs fotokopisi, böylece hücre dışına çıkıyor. Ve tekrar edip duruyor. Ta ki virüs çoğalması enfeksiyon belirtilerini ortaya çıkarana jadar.

Bu kopyalama veya replikasyon, ne denli hızlı olursa, enfeksiyon da o denli şiddetli oluyor. Bu işlemlerin hepsinin konakçı bedeninde oluşabilmesi, zamana ihtiyaç gösteriyor. Bu kuluçka dönemi de bizlerde 14 güne kadar uzayabiliyor.

Böylece, Kovid-19'un kronobiyolojisine ilişkin hayli malumat sahibi olduk. Ritim virüsün yaşam döngüsünü sağlayan bulaş kopyalanmasının tümünü tanımlıyor. Bu kopyalanma işlemi, yukarıda anlatıldığı üzere silsile halinde 7-8 basmakta gerçekleşen sekans dilimlerinden oluşuyor. Senkronizasyon da insan bedeniyle virüsün birbiriyle uyumunu ve beraberliklerini içeriyor.

***

KOVID-19 için Kapı: ACE-2

Kovid-19 hazretlerinin insanda bulaş oluşturması, damlacıkların elimiz aracılığıyla ağzımıza, burnumuza götürülmesi veya öpüş, kokuş, sarılma ile ve yakın temasla falan oluyor. Artık, gerek bireyler arasındaki temas mesafeleri konusunda, gerekse virüsün farklı yüzeylere aktif olarak tutunma süreleri konusunda, uzmanlık düzeyinde müthiş bilgilere sahip olduk.

Kapı konusuna gelince, işin uzmanları bunun solunum yollarımız hücrelerinde bulunan bir enzim aracılığıyla olduğunu söylüyorlar. Adı ACE-2.

Açılımına bakılacak olursa Anjiyotensin Konvörtig Enzim-2. daha Türkçesiyle ''Anjiyotensin Dönüştürücü Enzim''.

Bu enzim, virüs için reseptör, yani almaç görevi görüyor. Alıyor ve yapıştırıyor ki virüs bir hayatiyet kazanabilsin.

İnsanın yaşamında pek çok fizyolojik fonksiyon var. Bunların tümü, yaşamın devamlılığını sağlamak için gerekli.  Kan basıncı dediğimiz bir dolaşım fonksiyonu da bunlardan bir tanesi. Kan basıncını ayarlayan veya etki eden pek çok içsel faktörümüz var. Bunlardan birisi de Anjiyotensin II diye adlandırdığımız bir sinirsel sıvı. Bu maddenin vücut içinde sentezine işte bu ACE enzimi neden oluyor. 

***

ACE-1 ve ACE-2 nedir; ne değildir?

ACE enzim ailesi, giderek genişleyen bir aile. Bugün için ACE-1 ve ACE-2'yi aile bireyleri olarak en iyisiyle bildiğimizi varsayıyoruz.

Anjiyotensin –II (AT-2) maddesi ACE-1 enzimi ile sentezleniyor.  Bu AT-2, damarları büzüyor ve kan basıncını yükseltiyor. Yani hipertansiyona neden oluyor. 

Hipertansiyon kronik bir hastalık ve tanı konduktan sonra ömür boyu tedavi edilmek durumunda. Tedavinin ilaçlı olan kısmı var ve bir de non-farmakolojik dediğimiz, ilaçsız kısmı var.

İlaçlı tedavi için kullanılan ACE-İnhibitörleri, yani ACE-1 enziminin etki göstermesini baskılayan ilaçlar, hem hipertansiyon tedavisinde kullanılıyorlar ve hem de tip-2 şeker hastalığının ve kalp yetmezliği gibi dolaşım ve metabolizma hastalıklarında yararlı oluyorlar.

Yani bu ilaçlar, kronik bozukluğu olan hastalar için yaşamsal ve vazgeçilmez. Ömür boyu, ilaç kullanımı gerekiyor.

Kuşkusuz bu ilaçların da diğer tüm ilaçlarda olduğu gibi istenmeyen etkileri, yan etkileri falan var. Bu etkilerden birisi olarak, şimdi karşımıza bu virüs hastalığındaki tablo çıktı.

Baskılayıcı ilaçlarımızın tümü ACE-1 enzimiyle alakalı.

ACE-2 enzimine gelince, ACE-1 den farkı Anjiyotensin molekülünde meydana getirdiği bir değişiklik.

Şöyle ki:

Anjiyotensin’in vücutta sentezi anjiyotensinojen denilen bir enzimle yapılır. Bu 14 amino asitten oluşan bir maddedir. Karaciğerde sentezlenir ve kan dolaşımına bırakılır. Böbrekte sentezlenen ve renin adı verilen başka bir enzim ise, kan dolaşımında anjiyotensinojenden 4 amino asit koparır. Geriye 10 amino asitten oluşan ve peptid dediğimiz Anjiyotensin-I kalır. Bu maddenin de dolaşım sistemi üzerinde güçlü etkileri vardır. 

AT-1, vücudun her yanında bulunan ve en yaygın olarak da akciğerlerde bulunan ACE-1 enziminin etkisine maruz kaldığında, yapısından 2 amino asit kaybeder ve hipertansiyona neden olan AT-2 sentezlenmiş olur. İşte ACE-1 İnhibitörleri dediğimiz ilaçlar, bu dönüşüme mani oldukları için ve AT-2 sentezlenemediğinden, hipertansiyon kontrol altına olunmuş oluyor.

ACE-2 ye gelince, bakalım o nasıl devreye giriyor.  Akciğer, sentezlediği ACE-1'in, baskılayıcı ilaçlarla baskılanmasına şahit olunca, dur yahu ne oluyoruz diyor. Ve ailenin uykuda olan diğer üyesini uyandırıyor. Bu da ACE-2. ACE-2, ACE-1'den farklı olarak AT-1 molekülünden 3 amino asit koparır. Yani farklı bir AT-2 sentezi yapar. Bu molekülün etkilerinin neler olduğu, henüz incelenme safhasındadır. Bunu yaparken başka bir şey daha yaptığı gözlemlenmiştir. Esasında akciğer ve solunum yollarını virüs hücumlarına karşı koruyucu olmak gibi bir görevle virüslerin tutunmasına olanak sağlamaktadır. Bu tutunma sonrası, virüs replikasyonu ile ilgili, muhtemel başka mekanizmalarla da ilişkisi olabileceği düşünülmekle birlikte henüz tam aydınlatılmış değildir.

Olan biten şudur: Bu enzim aktivitesi ACE-1 Baskılayıcılar tarafından arttırılmaktadır. Düşünsel olarak, bu daha çok viral partikülün akciğerlere tutunması anlamına gelmektedir. Bunun sonucunda da parodoksal bir virülans artışı olabileceği düşünülmektedir. Ortada bunu yeterince destekleyen klinik çalışma ise bulunmamaktadır.

Sonuç, sakın ola ki, hipertansiyon hastaları, kendi kendine kullandıkları ilacı bırakmamalıdır. Bu yapılacaksa mutlaka hekimin sözüne uyulmak durumundadır.

Nitekim TV tartışmalarında bu işin uzmanları, benim buraya özetlemeye çalıştığım hususları aynen vurgulamaktadırlar.

***

ACE ve çinko meselesine dair

Bu bölüm, uzun ve çok ayrıntılı yazının son alt başlığı. Okuyanı varsa, az kaldı, bir sabır bitecektir.

Her gün televizyon kanallarında, uzmanlar geçidi içeren programlar izliyoruz. 

Ne güzel. KORONA aracılığıyla tekrar bilimin hatırlandığı ya da önem verildiği bir zaman aralığı yaşıyoruz.

Ahali kuşkusuz şaşkın.

Önce biz Türk'üz, bize bir şey olmazla başladık. Şimdilerdeyse, yaşlılara söylenen “aman ölür gidersiniz” aşamasından, “toplumun bütün katları için risk olabilir” anlayışına göç eder durumdayız.

Sokaklar sakin ve havadaki soluğumuzu etkileyen kirli gaz emisyonu, yakın tarihlerin görmediği düşük bir değere erişti ki, korkarım bu sefere de oksijen zehirlenmesine uğrayacağız.

Bu alt başlığın maksadı, şu bağışıklık sistemini kuvvetlendirmek için hemen her uzmanın önerdiği bir elementle ilgili.

Bu da bildiğiniz üzere Çinko.

Bu element, kimyaca bir geçiş elementi olarak tarif ediliyor ve doğada en yaygın bulunan maddeler arasında 23. sırada bir yer işgal ediyor. 

Çinko ilk olarak 1746 da keşfedildikten sonra, günümüzde kimya sanayiinde yaygın kullanılan elementlerde birisi. Biyolojik kullanımı arasında, güçlü antioksidan ve serbest radikal süpürücü rolleri var. O nedenle bu günlerde bağışıklık sistemini güçlendirici bir “vitamin” olarak beslenme uzmanlarından, kimi hekimlere kadar öneriliyor. Piyasada da istemediğiniz kadar çinko tabletleri genelde kombine ilaçlar olarak bulunmakta. Bunların hiç birisi ilaç kategorisinde değil. Zira ruhsatları Tarım Bakanlığı tarafından verilmiş vaziyette. Ama ahali bunları ilaçtan sayıyor ve reklamlar bunu hayli etkiliyor.

Kuşkusuz, immün sitemin güçlü olması, bu virüs enfeksiyonu açısından son derece önemli. Ama çinkonun bu ACE enzimi ile ciddi ilişkileri var.

Şöyle ki, ACE enzimi kendi aktivitesini arttırıcı faktör olarak çinko ile bağlanmış vaziyettedir. Farmakolojik açıdan konuşacak olursak, çinko enzim aktivitesini katalize etmektedir. ACE-İnhibitörlerinin deneysel farmakolojik incelenmesinde metodolojik olarak inhibitör etkinin varlığı deney ortamına fazla çinko eklemesiyle test edilebilmektedir. ACE Enzimi, çinko eksikliğinde önemle azalmaktadır.

Bu durumda, Kovid-19 için bağışıklık sistemini güçlendirici olarak çinko tableti önermek hipotetik olarak çok akılcı görünmemektedir. Zira ACE-2 üzerinde çinkonun muhtemel rolünün bulunması, ACE-2 uyarımına neden olabilir. Bu da risk arttırıcı bir özellik sayılmalıdır.

Kuşkusuz bu yazılan husus klinik çalışmalarla kanıtlanmak durumundadır. Ancak TV kanallarında fütursuz önerilere karşı tedbir olarak buraya bir şerh düşülmüştür.

Bir köşe yazısı değil, farmakoloji ders notu gibi olan bu yazının, okuyanda, bilgilenme konusunda bir iz bırakmasını düşlemekteyim.

Çok laf oldu; af ola...

nuriabaci@gmail.com