İki bin bir baharıydı. İstanbul Kadıköy’de Kenan Evren Lisesi edebiyat kolu öğrencileri, her gün birkaç yazarın konuk olduğu bir edebiyat haftası düzenlemişlerdi. O sıralarda Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS) yönetim kurulu üyesiydim. Etkinliklerin programını edebiyat kolundaki öğretmenlerle TYS yönetimi birlikte hazırlamıştı. Aklımda kaldığına göre, konuşmacılar arasında sendika başkanı Cengiz Bektaş, Afşar Timuçin, birkaç yıl önce “tozların evine” giden Güngör Gençay vardı.
Etkinliklerin ikinci günü, sendika yönetim kurulu üyelerinden Tuncer Cücenoğlu ile ben, “Tiyatro ve Eleştiri” konulu bir söyleşiye katılmıştık. Fenerbahçe Stadının hemen yanıbaşındaki okulun bahçesinde bir tiyatro vardı; Tevfik Gelenbe Tiyatrosu. Bahçesinde tiyatro olan bir okulda, oyun yazarı Tuncer Cücenoğlu, tiyatro sanatını, insanın gelişmesindeki işlevini anlattı. Ben eleştirel bakışın yaşamda ve edebiyatta ne işe yaradığını göstermeye çalıştım. Lisenin salonu doluydu, öğrencilerle birlikte okulun öğretmenlerinin çoğu da oradaydı. Yalnız son sınıf öğrencileri yoktu. Öğretmenlerin söz arasında belirttiklerine göre, son sınıf öğrencileri yaklaşmış üniversite sınavlarına hazırlandıkları için bu tür etkinliklere katılamıyorlardı. Her şey çok iyi gidiyordu. İlgiyle dinleyen bir salon dolusu öğrenci ve öğretmene biz derdimizi anlattığımızı düşünerek, söyleşinin sorular bölümüne geçtik.
Bahçesinde tiyatro olan lisenin tiyatrosuz öğrencileri
Koca salondan soru sormak için tek bir parmak havaya kalktı. Lise ikinci sınıf öğrencisi genç, okula geldiğimizde bizi karşılayanlardan, edebiyat kolunun etkin üyelerinden biriydi. Onun sorusunu yanıtladıktan sonra salondan yeni bir soru bekledik. Kimsenin sorusu yoktu. Kısa süren derin bir sessizlik, ne öğretmenler ne de öğrencilerin bir sorusu vardı. İki saate yakın, ilkçağlardan başlayıp ortaçağlara ve aydınlanmaya uzanan, günümüze eğilen konuşmalarımız boşa mıydı? En azından gençliğin heyecanıyla karşı çıkanlar da mı yoktu?
Tuncer Cücenoğlu, sessizliğin ağırlığına daha fazla dayanamadı; “O halde”, dedi, “ben size birkaç soru sorayım: Hangi tiyatro oyunlarını izlediniz?” Ses yoktu. “Hangi romanları okudunuz?” Hiçbir parmak kalkmadı. Sorular hangi şiir, hangi hikâye diye gitti mi hatırlamıyorum, ama sessizlik sürüyor, bizi rahatsız ediyordu. Dayanamadım söz aldım.
“Arkadaşlar”, dedim, “konuşmama başlarken söylemek istediğim ama söylemediğim bir şey vardı. Bunu şimdi söylemek zorundayım. Sizin çok büyük bir şansınız ve çok büyük bir şanssızlığınız var. Şansınız şu: Okulunuzun bahçesinde bir tiyatro var. Teneffüslerde önünde gezindiğiniz, top oynadığınız bir tiyatro salonu kaç okulda vardır, bu büyük bir şans. Ama anlaşılıyor ki, hiç tiyatroya gitmemişsiniz. Siz bu şansınızı hiç kullanmamışsınız. Bu da büyük şanssızlığından kaynaklanıyor. Şanssızlığınız, okulunuzun adından geliyor. Okulunuzun adındaki kişinin yaptıkları nedeniyle kapınızın önündeki tiyatroya bile gidemediniz. Hiçbir roman okumadan, şiir bilmeden liseden mezun oluyorsunuz. Bugün Türkiye’de gençlerin büyük bölümü işsizse, gelecek umudunu yitirmişse, bunların kaynağında, okulunuzun adındaki kişinin yirmi yıl önce yaptığı darbe vardır. Bu darbede kitapları televizyonlarda suç aletleri olarak gösterdiler. Yüzbinlerce insana işkence yaptılar. Sizler tiyatroya gitmeden, roman okumadan, dershanelerde, üniversite sınavı hazırlıklarında en güzel yıllarınızı harcıyorsanız bu olayın etkisi vardır. İşte, büyük şanssızlığınız bundan kaynaklanıyor.”
Yazarın düşünce pervasızlığı
Birkaç yıl önce gazetelerde, Kenan Evren Lisesi öğrencilerin eylemleri haber olmuştu. Okulun adını değiştirmek için imza kampanyası açmışlardı. Birden onları anımsayarak sözlerimi şöyle bitirdim: “Ama inanıyorum ki, çok yakında bu okulun adı değişecektir.” Salonda bir alkış koptu.
Geçmiş gün, aklımda kaldığına göre buna benzer şeyler söylemiştim. Söyleşi bitmişti. Gelenek olduğu üzere iki öğrenci bize koca birer demet çiçek sundular. Çıktık.
Şimdi, bahar güneşi altında, bahçede düzenlemiş masada kitaplarımızı imzalayacaktık. Oraya yürürken, etkinliği düzenleyen felsefe öğretmeni hanım, telaşla yanıma gelerek, “Sadık bey, siz ne yaptınız!” dedi. “Her şey güzel giderken, son sözlerinizle her şeyi mahvettiniz.” Ben söylenmesi gerekenleri söylemiş olmanın mutluluğuyla yüksekten atarak öğretmen hanımı sakinleştirmeye çalışıyordum: “Efendim, hiç dert etmeyin. Bir yazar olarak görüşümü söyledim. Bu sizi bağlamaz. Biz eleştirimizi her koşulda yaparız.” Bu arada yanıma sokulan bir öğrenci de fısıltıyla, çok doğru söylediğimi, bunların amcaoğluna korkunç işkenceler yaptığını anlatıyordu.
Masaya oturmuş, bir iki kitap imzalamıştık ki, en önde orta yaşın üstünde bir kadın, birkaç kişi hışımla geldiler. Kadın, bağırarak, “Sizi ve sizi buraya davet edenleri kınıyorum!” dedi. “Ne yaptık ki”, diye kendimi savundum ama kadın dinlemiyordu, Kenan Evren’e hakaret ettiğimizi iddia ediyordu. “Hayır, hakaret etmedim, düşüncelerimi söyledim”, dedim. “Siz o günlerde neler çektiğimizi biliyor musunuz?” diye bağırıyordu. “Yaşınız yetmez, nerden bileceksiniz”, diyordu. “Yaşımız yeter, yetmese de, okuyup öğrendim hanımefendi”, dedim. Bu arada çevremizdeki öğretmenler de tartışmaya katıldı. Okulun bahçesinde bağırtılı bir çekişme başladı.
Tuncer Cücenoğlu ise, kolumdan çekiştirerek, “Sadık gidelim artık”, diyordu. Kalktı, kitapları kucaklayıp yürümeye başladı. Tartışma öğretmenler arasında sürüyordu. Ben de çiçeklerimizi aldım ve Tuncer’i izledim.
TYS yönetim kurulunda özeleştiri
Akşam TYS yönetim kurulu toplantısı vardı. Tuncer Cücenoğlu toplantıya gelmemişti. Toplantıya gelenlerin yüzünde sanki cenaze çıkmış gibi bir hava vardı. Anlaşılan haber benden önce gelmişti. “Anlat”, dediler. Anlattım.
Başkan Cengiz Bektaş’ın söylediğine göre, bütün etkinlikler iptal edilmişti. Okulun disiplin kurulu toplanmış etkinliği düzenleyen öğrenci ve öğretmenleri disipline vermişti. Ben de TYS yönetim kurulunda, buna neden olacak bir konuşmayı nasıl yaptığımın hesabını veriyordum. Başkan, bir okulun öğrencilerine, okullarının adını kötüleyen şeyler söylemenin pedagojik olarak ne kadar korkunç olduğunu anlatıyordu. Çocukların içdünyalarını nasıl yaralamıştım kimbilir…
Özeleştirimi verdim. TYS başkanı ve öteki yönetim kurulu üyeleri bu özeleştiriden hiçbir zaman tam emin olamadılar. Bir daha beni hiçbir etkinliğe konuşmacı olarak göndermeyerek önlem aldılar. Zaten bir yıl içinde daha büyük kabahatler işleyerek, yönetim kurulundan istifa etmek zorunda kaldım. Meraklı okurlar bunun geniş açıklamasını, “Okuma Yazmanın Izdırapları”na aldığım istifa mektubunda bulabilirler.
Yıllar sonra İnsancıl’da karşılaştığım bir hanım öğretmen, o okulda çalıştığını, o konuşmayı dinlediğini söylemişti. Disiplin kurulunun kimseye ceza veremediğini de eklemişti.
Okulun geç değişen adı
Yazmam gereken bir Kenan Evren vakası daha vardı ama yerim bitti. Beni suçlayan öğretmen hanıma, o yılları yaşadığımı, neredeyse Kenan Evren’le karşı karşıya gelmeme ramak kaldığını gösteren bir vakaydı; on sekiz yaşında bir delikanlı, ülkeyi sermaye cehennemine çeviren diktatörle el sıkışmamak için saklanmıştı. Başka yerde bir gün yazarım.
Kenan Evren’in cenaze törenindeki terk edilmişliğinin, bir olgu, görünüş olmaktan çıkması, tarihsel bir anlama kavuşması demek, 12 Eylül’ün has uşakları AKP’nin yıkıldığı bir Türkiye demektir.
Öngörüm doğrulanmıştı; Kenan Evren Lisesinin adını değiştirdiler. Ama zaman konusunda yanılmıştım. “Pek yakında” olmadı. Yanlış bilmiyorsam, Gezi ve Haziran Ayaklanmasından sonra oldu. 12 Eylül ve Kenan Evren’i Haziran Ayaklanması tarihsel olarak kapattı.
Haziran Ayaklanmasında işçi sınıfı örgütlü biçimde yer almadı. Kulağımız kirişte; bugünlerde Bursa’dan, otomotiv işçilerinden gelen direniş haberleri, sistemin basınında “ikinci Gezi” olarak adlandırılan çıkış heyecan veriyor. İşçi sınıfı işin içine girerse, Kemal Özer’in büyük Zonguldak grevinin esiniyle yazdığı şiirinde söylediği gibi, değil liselerin adını, ülkenin adını bile değiştirmek mümkün olacaktır.