Beni tanıyanlar bilirler, her fırsatta aynı hikâyeyi anlatıp dururum. Geçen pazar da, TKP’nin 94. Kuruluş yıldönümü kutlamasında, Beşiktaş Abbasağa parkındaki toplantıda söz alınca öyle oldu. Nasreddin Hoca’nın heybe hikâyesiyle başladım.
Çocukluğumuzdan beri aklımızdadır. Bir köye misafirliğe giden Nasreddin Hoca, ayrılacağı zaman heybesini bulamıyorlar. Köylüler telaşla heybeyi ararlarken, Nasreddin Hoca tehdit edici bir tonla, “Heybemi bulun, bulmazsanız, ben yapacağımı bilirim.” diyor. Köylüler heybeyi bulmak için koştururken Nasreddin Hoca sürekli bunu tekrarlıyor. “Heybemi bulmazsanız, ben yapacağımı bilirim.” Sonunda heybe bulunmuş, herkes derin bir nefes almış. Köylüler, heybe bulunmazsa Nasreddin Hoca’nın yapacağını da merak etmişler. “Heybeyi bulamasaydık ne yapacaktın Hoca?”
“Evde eski bir halı vardı,” demiş Nasreddin Hoca, “kesip ondan yeni bir heybe yapacaktım.”
Bizimki de aynı hesap.
2013 Haziran Türkiye’si, boydan boya milyonların ayaklandığı ve polis terörüne başkaldırdığı tarihsel bir meydana dönüşürken, yıllardır, on yıllardır böyle bir halkın özlemini duyan sosyalistler bu sahnede olması gerektiği gibi etkin olamıyorlar. Bu fırtınanın meydanlara çıkardığı kitlelerin örgütlenmesinin, politik kişilik edinmesinin adresi olması gereken partide eksik bir şeyler var. Devrimci duyarlık, emekçi yapıcılığı, gençlik sabırsızlığı bir yerlere kaybolmuş… Bunları arayanlar, 2013 Türkiye’sine yakışan bir parti ve örgüt yaratmak isteyenler var ama…
Kayıplarımızı gidermek için, iş başa düşüyor; durum, Nasreddin Hoca’nın hikâyesindekine benziyor, eski halıdan yeni bir heybe yapmak… TKP’nin 94. Yılını kutlamak ve 2013 Türkiye’sinden hız alarak mücadele etmek için buluşan Halkın TKP’lilerini, ben Nasreddin Hoca’nın heybesine benzettim.
Köylüden işçiye devrimin heybesi
Heybeyi yaptık, onda ne taşıyacağız? Eşeğin sırtında özenle yük taşımak için en değerli dokumadan, binlerce yıllık halk nakışlarıyla işlenmiş halıdan yapılan bir heybeyi, 21 yüzyılın sınıf mücadelesinin politik örgütü partiyle benzetmek ne kadar anakronik diyenleriniz olacaktır. Çocukluğu köyde geçmiş ve bu türden heybeleri katır sırtında, omuzda çok taşımış biri olarak, işlevselliğiyle düşünürsek, bu koşullar için geliştirilmiş olağanüstü bu aracı hiç de yabana atmayın derim.
Heybenin gözlerinde en değerli emanetlerimizi taşırız.
Partimizin örgütleri, işçi sınıfına sosyalizmin insancıl felsefesini, bilimini ve politikasını aynı işlevsellikle taşıyabilirse, bunu yaparken bir heybenin nakışlarındaki estetikle, sanatla bezeyebilirse, insanlık birikiminin insanı dönüştüren değerlerini emekçiye ulaştırabilirse ne güzel olur. Benim heybe dediğime, siz, kentli değerleri içselleştirmiş kişiler olarak dinamo da diyebilirsiniz. Köy kökenli biri olarak, dinamoyu mekanik materyalizmle, heybeyi diyalektik materyalizmle ilişkilendirirsem bozulmayın. Her ne kadar büyük şairimiz Nâzım Hikmet, makineleşmek şiirinde kuyruğuna çift uskur takıp bir devrim dinamosuna dönüşmeyi hayal etse de…
İş başa düştü, halk yaratıcılığımızın filozofu Nasreddin Hoca da hep bunu hatırlatıyor; “el, elin eşeğini türkü çağırarak arar”… İşçi sınıfının devrimini küçük burjuvaların pratikten kopuk bilgiç kuramlarında aramak bana bu sözü çağrıştırır. Damdan düşünce, derdini anlatmak için bana damdan düşen birini getirin diyen Nasreddin Hoca’da dile gelen halkımızın dersi de bunu anlatır; işçi sınıfı mücadelesini sınıf bilinçli ve örgütlü işçinin kendisinden daha iyi kimse yürütemez. Bunlar bilinen şeyler ama uygulamada, iş, örgütlenmek ve mücadele etmek olunca, işçi ve halk adına, ona yabancı olanların her alanda köşeleri tuttuğunu görüp yaşayınca, bir de bilinmeseydi kimbilir sonuç nasıl olurdu diye sormadan edemiyorum.
Siz istediğiniz kadar kendi bildiğinizi okuyun, hayatın ve halkın dersi acımasızdır.
Heybe hikâyesini hep anlatırım, her duruma uymasına da şaşar kalırım. Neredeyse her kapıyı açan bir maymuncuk bulduğumu sandığım bu hikâyenin sırrını, halk yaratıcılığında ararım. Pertev Naili Boratav, uzun emeklerle derleyerek, 16. Yüzyıl elyazmalarını yayımladı; Nasreddin Hoca’nın bu yazılı hali hiç de bildiğimiz ustalıkta değildir. Deyim olmuş, “ipe un sermek” ya da “yorgan gitti kavga bitti” keskinliğini bulamayız. Nasreddin Hoca’nın bu ustalığı alması, türkülerde olduğu gibi halkın onu işleye işleye pürüzlerinden ve gereksizliklerinden arındırmasının eseridir.
Halkın türkülerde ve Nasreddin Hoca’da gösterdiği bu titiz, arınmış yaratıcılığı, Nâzım Hikmet’in “dünümüz, bugünümüz, yarınımızsın” dediği TKP’de de göstermesini dilerim. Üstelik adına, “Halkın” vurgusu eklenmişken bu onun bir görevi olmuştur.
İşçiyi meta olarak üreten düzen
Adorno’un ünlü bir sözü var; “Auschwitz’ten sonra şiir yazılmaz” diyor. (*) Nazilerin bu toplama kampında yaptıkları korkunç katliam karşısında, insanlıkdışı gerçeğe bir tepkiyi dile getiriyor. Ben de bundan ilham alarak bir başka söz uydurdum. Adorno gibi kesin konuşamasam da, soru biçiminde, şöyle diyorum: “Marx’ın ‘Kapital’i (1867); Lenin’in ‘Emperyalizm’i (1916); Yalçın Küçük’ün ‘Tekeliyet’i (2003) yazılıp okunduktan sonra, hâlâ kapitalizme katlanıyorsak, insan olmamız mümkün mü?” İlk iki kitap arasında yaklaşık elli yıl var, kapitalizmin emekçiyi bir nesneye çevirerek nasıl insanlıktan çıkardığını, sömürü sisteminin işleyişi uğruna yoksulluğa, savaşlara, salgınlara nasıl mahkûm ettiğini büyük bir bilimsel ve politik kesinlikle ortaya koyuyorlar. Yaklaşık yüz yıl sonra yazılan “Tekeliyet” ise, bu sistemin günümüzde tekeller iktidarında nasıl işlediğini inceliyor. Demokrasi, hukuk, adalet, ahlak, estetik, sanat benzeri bütün üstyapı kurumlarının nasıl içiboş laflara indirgendiğini kanıtlıyor.
Bu kitapları okuyup anladıysak, şu kesin; kapitalizm, emperyalizm ve tekeliyet hüküm sürüyorsa, bu koşullarda insan olmak, insan kalmak imkânsızdır. Devrimci mücadele, kapitalizmin ortadan kaldırılması, yalnızca emek sömürüsünün aşılması için değil, ondan da önemli bir insan olma, insanın varoluş koşullarını yaratma, insanlığı kazanma mücadelesidir.
Marx, henüz 26 yaşındayken, ekonomi politik ve felsefe incelemeleri yaparken, kapitalizmin ya da ekonomi politik biliminin insanlığı ortadan kaldırışını işçi açısından bütün açıklığıyla, “1844 Elyazmaları”nda şöyle dillendiriyor: “Ekonomi politik işçiyi ancak iş hayvanı olarak, en zorunlu dirimsel gereksinmelere indirgenmiş bir hayvan olarak görür.” (Karl Marx, 1844 Elyazmaları, Ekonomi Politik ve Felsefe, s. 96, çeviren: Kenan Somer, Sol Yayınları, 1993, Ankara) Toplumsal gerçek, böyle gördüğünü belgeler; emperyalizm ve tekeliyet çağında bütün dünyada, insanı, “iş hayvanına” indirgemek için kanlı savaşlar, akıl bitirici medyalar, aç düşürücü kıtlıklar tezgâhlanır.
Marx, iş hayvanına indirgenen işçinin, çalıştıkça nasıl kendi insanlığına yabancılaştığını şöyle anlatır: “İşçi ne kadar çok zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar artarsa, o kadar yoksul duruma gelir. Ne kadar çok meta üretirse, o kadar ucuz bir meta olur. İnsanların, dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar. Emek sadece emtia üretmekle kalmaz; genel olarak emtia ürettiği ölçüde, kendi kendini ve işçiyi de meta olarak üretir.” (A.g.e., s. 140) Bu cümlelerin yazıldığından bugüne 170 yıl geçmiştir ve buradaki insanlıkdışı gerçek bütün dünyayı kuşatmıştır.
Gökdelen inşa eden işçilerin onar onar öldüğü kazalar olmasa, yaşadığı yedi kat yerin altındaki çukurlar, Ahmet Cemal’in “yeraltından belgeler”, dediği sefelet günyüzüne çıkmayacaktı. Gökdelen üreten işçi ile ona yaşaması için reva görülen çukur, Marx’ı, yüz yetmiş yıl sonra çarpıcı biçimde doğrulayan bir simgedir.
Nasreddin Hoca ile Nâzım Hikmet’in halısı
Soru şudur: Bu gerçeğin her saniyesinde ve milimetresinde tutsak olarak yaşayan bizler, bu gerçeği değiştiremediğimiz sürece insan olabilir miyiz? Bebeklikten başlayarak her adımımızda insan değil, bir üretim aracı, kendi kendini satmak için iş pazarına götüren bir meta olmak yazgısı dayatılan bizler, atalarımızın büyük mücadelelerle kazandığı insanlık değerlerimizi korumak ve geliştirmek için daha ne kadar sabredeceğiz?
Nâzım Hikmet’in Türkiye’yi anlatan şiirini hatırlayın; “Dörtnala gelip uzak Asya’dan”… Kuvayi Milliye Destanı’nın geleceğe çağrısını dillendiren bu bitiş bölümünün bir yerinde ipek bir halıyla karşılaşırız:
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim
Heybe hammaddesini, Nasreddin Hoca’nın halısını, bir ülke boyutu kazanmış halde Nâzım Hikmet’te de buluyoruz. İşçi sınıfının örgütlenerek, insanlığını kazanarak, bu ipek halıdan kapitalizm cehennemi kesip atılmış bir cennet heybesi yapmasından daha güzelini düşünemiyorum.
(*) Araştırınca, Adorno’nun sözünün tam olarak böyle olmadığını, yorumla bu hale getirildiğini gördüm. Herakleitos’un, Aynı ırmakta iki kere yıkanılmaz” sözü gibi… Adorno uzun bir cümleye şu sözlerle başlıyor: “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır (…)”