Güncel siyasetin yine çok hızlandığı bir dönemden geçiyoruz.
Çocuk cinsel istismarı faillerine af teşebbüsü, yoksulluk nafakası itirazı, bu arada çoklu baro düzenlemesi, ardından Ayasofya’nın ibadete açılması, sosyal medya kısıtlamaları ve nihayet hilafet çağrılarının gündeme geldiği bir ortamda yeniden İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışması…
Bu genel tablo elbette bir örüntü sunuyor.
Denebilirse son 20 yılın rotası, birkaç ayda film şeridi gibi önümüzden akıyor. Baskı ve sömürüde ayyuka çıkan emek rejimleri, çalışma kampları gibi uygulamalar tüm bu tabloyu doğallıkla tamamlıyor. Karşımızdakini biliyoruz. Daha fazla şeri tonlarla bezenmiş bir faşizmin örülüşü…
Tüm bu hengame içinde başka şeyler de oluyor. Şık mağazaların, dev fabrikaların sahipleri, sevimli reklamlarla, çağdaş, laik imajlarla bezenmiş büyük sermaye grupları İstanbul Sözleşmesine taraf olduklarını beyan ediyor bugünlerde.
Evet bir tarafta, cübbeli sarıklı tiplerin “aile elden gidiyor”, “milletimizi eşcinsel yapacaklar” “yuva yıkan yasa” diye böğürdüğü gerici bir toplumsallık var; kirli, kara, çirkin elleriyle “hilafet fantezilerini” yazanlar, kadının köleliğini müjdeleyenler, utangaç itirazları bile “fahişelik” diye yaftalayanlar.
Ve evet diğer tarafta, 8 Martları sektirmeyen ve “kadın-dostu” projelerini, üzerine farkındalık boca edilmiş reklamlarla süsleyen sermayedarlar var. Vitrinin ışıltısının gülen kadın işçilere, minik “eski Türkiye” aperatiflerinin “çağdaşlık” dekorasyonlarına karıştığı başka bir evren gibi…
Cübbeli şeriatçı ile “kadın-dostu” sermayedar…
Manzara bu şekilde kristalize olduğunda, odak dönüp dolaşıp cübbeliye kayacaktır, tuhaf değil elbette. Ne ki tarih aktıkça, bütünde olan kendini hatırlatmak istiyor.
AKP’yi gündemine getirmeyen bir sermaye düzeni eleştirisi ile sermayeyi (en azından belli bir kesimini) hiç ya da pek gündemine almayan bir rejim eleştirisi arasındaki benzerlik giderek artıyor.
Büyük siyasette İstanbul Sözleşmesi etrafında dönen “kamplaşma” bunun en güzel örneğidir.
Yalın, açık ve çıplak olan, zaten kendisini bir rejim olarak kuran, nabız yoklamalarıyla adımlarını sıklaştıran taraf belli. Peki diğer taraf?
Elbette bahsettiğimiz sermaye sınıfı yükselen kadın hareketinden prestij devşiriyor, AB müktesebatını uzun erimli çıkarları için henüz tümden ıskartaya çıkarmış değil; “kadın yüzü”, adına “neoliberal ilericilik” denilen oksimoron içinde oldukça kullanışlı bir nesne ve hepsi bir tarafa, kitlesellik, toplumsal hareket iddiası olan her şey sermayenin kollama, dışında kalmama refleksine çanak olabiliyor.
Ama daha ötesi var.
Çağdaş imajlı sermaye kesimi, İstanbul Sözleşmesini vitrinine koyarken bir mahalle kabadayısından farksızdır; kendi ahlaksızlığını örtmek için başkalarınınkine canhıraş bağıran bir kabadayı.
Zira herkesin ailesi kendine, yeter ki “evin içindeki aile” ile “işyerindeki aile” birbirine karıştırılmasın.(1) Nitekim İstanbul Sözleşmesinin ağırlıklı odağı ev-içi şiddettir. Hatta Türkçe çevirisinde aile-içi denilmiştir.
Peki “işyerindeki ailenin” ev içindekinden daha şeffaf olduğu düşünülebilir mi? İşini kaybetmemek için tacize ses çıkaramayanın, çaresizce koca dayağını sineye çekenden ne farkı var? Müdürün hakaretini yutanın, despot ağabeyin yahut her işe burnunu sokan kayınpederin çilesini çekenden daha rahat olduğunu düşünebilir miyiz?
İşyeri denilen “büyük aile”, tacizin, baskının, şantajın, yıldırmanın, parayla terbiye etmenin, utandırmanın, dedikodu çıkarmanın, dışlama ve güçsüzleştirmenin bin bir surat biçimiyle kutsanmıştır. Işıltılı vitrinlerin, yağ akmış gibi parlayan mağazaların, teknoloji donanımlı ürünlerin, kredi kartına 18 taksit yapan AVM’lerin ardındaki “kutsal aile” budur.
Örnek olsun.
İstanbul Sözleşmesine taraf olan sermayedarlara bakalım; hani “Cumhuriyet tarihinin en büyük teşvikleriyle” karşılaştıklarını dile getiren minnettar sermayedarlara, “eski Türkiye” romantiklerine, sembol şampiyonlarına, “aman tadımız kaçmasıncı” yalı sakinlerine…
İstanbul sözleşmesine taraf olanlar: Koç, Sabancı, Doğan, Dardanel, Penti, Oxxo, Borusan, Mudo, Koton vs.
Koç grubuna bağlı Ford Otosan fabrikasından bir kadın işçi adet döneminde revire gitmek için bin bir takla atmaktadır. Kreş açmak yerine kadınların cebine biraz para sokuşturmayı daha karlı bulmaktadır İstanbul Sözleşmesine taraf olan Koç.
Reklamlarında “Dardanel bizim evimiz, her şeyimiz” diyen kadınları gördüğümüz şirketin, salgın süresince fabrikada her gün yeni bir vaka ortaya çıkarken kadınları “çalışma kampına” tıkıştırması, dışarı çıkana ceza keseceği söylemesi aynı sürecin parçalarıdır.
Ev içinde kadına şiddet vandallıktır, medeniyetsizliktir, geri kalmışlıktır ama kadınları fabrikalara hapsetmek serbest piyasa ahlakıdır.
Yüzde 80’ini kadın işçilerin oluşturduğu ve İstanbul Sözleşmesini destekleyen Penti’de kadın işçiler tuvalet ihtiyaçlarının kısıtlandığından, günde iki kez tuvalet hakları olduğundan, tüm bunların merkezi ekrandan denetlendiğinden bahsetmektedir.
Yine İstanbul Sözleşmesine taraf olan Sabancı işçilerinin, Gratis’te depolarda kadın işçilerin bayılacak derecede kötü koşullarda çalıştığı, kasa taşıyan kadın işçilerin bel fıtığı olduğu haberlere yansımıştır. (2)
Oxxo’da bir kadın “sürekli satış baskısına dayanırım, sesimi çıkarmam her ameleliği yaparım, 50 kilo bir kız olarak dünyanın kolisini taşır her hafta sevkiyat alırım ve dayanamadığım iş huzursuzluklarına rağmen sabrederim, çünkü çalışmaya ihtiyacım var ve egoist müdürümün her lafını es geçebilirim diyorsan” burada çalışılır diyor. (3)
Koton’da henüz 8 Mart reklamları gündeme gelmeden onlarca kadın işinden edilmiştir yakın bir dönemde. Kadın çalışan dostu yüzüyle Koton 100 firmadan ilk 11’e girmiş ve aynı zamanda, çalıştığı için sağlığı bozulan işçileri kapı dışarı etmiştir.
O şık tasarımların, modern, havalı, tiril tiril kıyafetlerin markası Mudo’da, kadın işçiler, öğle yemeğinden aç kalktıklarını “çalışan şikayetlerine” yazmaktadır. O güzel bluzların arkasında karnı doymamış kadın işçiler var.
Tüm bunlardan bazı sonuçlara varmak mümkün görünüyor:
1-Sermaye sınıfı rengi ve meşrebi ne olursa olsun, rejimin kadın düşmanlığına güveniyor. İstanbul Sözleşmesi onlar için bir vitrin, hiçbir risk barındırmayan bir vitrin.
2-Evin içindeki aile ile “iş yerindeki aile” paranın iki yüzü. İlkinde namusla kapatılan, ikincisinde ışıl ışıl reklamlarla kapatılıyor.
3-Kadını “sınıfa indirgediniz” diyenin, bir yerlerde gündem sınıf olduğunda nasıl da “cinsiyet körü” haline geldiği, sınıf içindeki cinsiyetli baskı ve sömürüye nasıl da duyarsız kaldığı, tüm bu kadın düşmanı sermayedarların fütursuzluğundan anlaşılmalı.
Siz kimsiniz ki “eşitliği” temel ilke olarak gösteren bir sözleşmeye taraf olabilesiniz?
Kaynaklar:
1- https://www.evrensel.net/yazi/86846/dardanelin-calisma-kampindan-istanbul-sozlesmesine-bir-yol-var
2- https://www.evrensel.net/haber/278572/pentide-isciye-su-yok
https://www.evrensel.net/haber/338236/sabancinin-gratisi-buyurken-iscileri-calisirken-bayiliyor