Tarih, maddi-nesnel koşulların, ilişkilerin doğrudan, otomatik, kaçınılmaz sonucu olarak ilerleseydi, öznel etmene, iradeye, devrimciliğe, siyasete ihtiyaç kalmazdı.
Engels “tarihsel olay”ı şöyle anlatıyor: “Tarih öyle yapılır ki, nihai sonuç her biri bir sürü özel yaşam koşulu tarafından oluşturulmuş birçok bireyin iradeleri arasındaki çatışmaların sonucu olarak ortaya çıkar. Bu nedenle ortada, sayısız kesişen güç, sonsuz bir vektörel paralel kenarlar dizisi ve bunların da bir tek bileşkesi vardır: Tarihsel olay…Ancak bireysel iradelerin…istedikleri sonucu elde edemedikleri, ancak bir ortalamada, ortak bir bileşkede kaynaştıkları gerçeği, bizi bunların sıfır hükmünde oldukları sonucuna vardırmamalı. Tersine her biri bileşkeye katkıda bulunmuş ve bu ölçüde de o bileşkeye içerilmiştir.” (F. Engels’in 21 Eylül 1890’da Joseph Bloch’a yazdığı mektuptan)
Engels’in yazdıkları, yalnızca, kaba, mekanik ve indirgemeci tarih yorumlarıyla araya mesafe koyduğu için değil, devrimci öznel öğeye her koşulda tarihsel bir rol biçtiği için önemlidir. Devrimci özne, koşullar nedeniyle toplumsal devrimin kaldıracı, aracı olamadığı zamanlarda da programı, sınıfsal temsil kapasitesi ve eylemiyle tarihin ve siyasetin yapılmasına katılır. Ezilen kitlelerin yoksulluk ve acılarını bir ölçüde hafifleten reformlar, bu nedenle devrimci mücadelenin yan ürünü ve kitlelerle bağı sürekli kılmanın yordamı olarak işlev görürler. Nihai hedeflerini o aşamada gerçekleştiremeyen bir öznenin, koşulları amacı doğrultusunda değiştirecek en etkili tutumu alarak siyasal etkinliğini sürdürmesi de olanaklıdır.
***
2015 yılının, yeni dönemin siyasal-hukuksal kalıbının döküleceği, devletin yeniden örgütleneceği bir dönüm noktası olacağı açık. Hangi terimlerle ifade edersek edelim, 13 yıllık Erdoğan-AKP iktidarı, kendi içindeki çatlaklara rağmen, diktatörün duruma şimdilik hâkim olmasıyla kendi “Yeni Türkiye”sini, tek adam rejimini kurma ve kurumlaştırma yolunda yürüyor. Sağda solda ise, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına hapsedileceği bir AKP iktidarı, AKP’li AKP’siz, bin bir çeşit koalisyon formülü, restorasyon ve komplo teorisi dolaşıyor.
Can Soyer, bu portalda yayımlanan “Restorasyonu ne yapmalı?” ve “Kehanet değil, siyaset” başlıklı son iki yazısında restorasyon konusunu iyi çözümleyip, iyi özetledi. Birinci olarak, restorasyonun nasıl gerçekleşeceğine değil, nasıl durdurulacağına kafa yormayı önerdi. Solun kendisini “kukla değişken” değil, etkin özne olarak tanımlamasının doğru olacağını anımsattı. İkincisi, siyasetin gelecek hakkındaki “bilgi” ya da öngörülerden üretilemeyeceğini, tersine gelecek hakkındaki bilgi ve öngörünün siyaset ve mücadeleden üretileceğini; siyasetin, gelecekte ne olup biteceğini iyice görüp bildikten sonra geliştirilen ardıl bir faaliyet olmadığını, tersine gelecekte ne olup biteceğini bugünden başlayarak belirleme mücadelesi, sonucu bizzat yaratma etkinliği olduğunu vurguladı.
Bu doğru saptamalara eklenecek bir şey yok.
***
Restorasyon başlığında ya da başka herhangi bir konuda doğru siyasetin nasıl, hangi araç ve yöntemlerle yaşama geçirileceği ise daha karmaşık bir konu.
Devrimci siyaset, bir özgüç yaratma, bu gücü hedeflere yoğunlaştırma, seferber etme sanatıdır. Devrimci, bağımsız bir güç olarak var olmanın koşulu işçi sınıfıyla, yoksullarla, ezilenlerle bağlanmak, geniş yurttaş kitlesinin düzen güçleri tarafından karşılanmayan ekonomik, toplumsal, kültürel talep ve ihtiyaçlarına yanıt veren siyasal bir seçenek, eylem ve örgütlenme odağı yaratmaktır.
Türkiye sol, sosyalist hareketinin temel sorunlarından birinin bu noktada olduğunu düşünüyorum: “Maddemizle” buluşamıyor, özgüç yaratamıyor, esas olarak da bu nedenle ülke siyasetinde “potansiyel kuvvet”, “yorum gücü” olmaktan öteye geçemiyoruz.
İyi kötü herkesin farkında olduğu bu durumu değiştirmek kolay değil. Hepimiz, deneyimlerimizden nasıl olmayacağını biliyoruz. Nasıl olacağının, en azından benim bildiğim hazır formülleri yok. Umut ise her zaman var. Daha önemlisi “Haziran” kuşağı, umuda “iddia” da ekleyebiliyor. Baransel Ağca’nın “kabuğu kırmak” mecazıyla yazdıklarına kulak vermek gerekiyor. Şöyle yazıyor:
“Hiç lafı uzatmadan kabuğu kimlerin temsil ettiğini belirteyim; 12 Eylül’ün yok edici saldırıları karşısında kendini ve aklını koruyan, solu ayakta tutan ve bugünlere gelmesinde önemli bir pay sahibi olanlar. Kabuğu kırması gerekenler ise; 12 Eylül’e doğan, siyasal anlamda gözünü AKP’yle açan ve Haziran Direnişi’yle birlikte ‘90 Kuşağı’ ya da ‘Haziran kuşağı’ olarak adlandırılan kuşak. Bunun bir nedeni var. Türkiye siyasetinde 12 Eylül ve 2013 Haziran’ı arasındaki dönemi sol açısından fetret devri olarak tanımlamak mümkün. Ancak fetret devri yalnızca duraklama değil aynı zamanda bir sonraki atılımın da nüvelerini barındıran bir dönemdir. Fakat atılımın gerçekleşmesi, fetret devrinin yarattığı tüm özelliklerin de geride bırakılmasına, gerektiğinde yok edilmesine bağlıdır.
Haziran sonrası Türkiye’de, siyasal hedeflerin referansı Haziran olmak zorunda. Fakat referansınız ne kadar Haziran olursa olsun; yapınız, alışkanlıklarınız, kırmızı çizgileriniz, kısacası kabuğunuz Haziran öncesi Türkiye’sine aitse belirleyen Haziran değil kabuk oluyor. Bu kabuğun kırılması gerek. Kıracak olan ise kesinlikle Haziran kuşağıdır. Haziran’ın kendi siyasal temsilcisinin yaratılamamasının, Haziran’da sokağa çıkan milyonların Türkiye siyasetinde kendini görememesinin en önemli nedeni bu kabuğun hala sağlam ve sert olmasıdır. Hesaplaşmanın da sert olması gerekir. Burada bahsedilen geçmişe küfretmek, değerlere saldırmak, ilkeleri boş vermek değil. Bahsedilen bu değerlerin Türkiye siyasetinde solu, eşik atlatmaya, güç yapmaya yetmediğidir. Bunu idrak edememenin nedeni ise kabuk seviciliğidir.”