Tuhaf bir soru.
Bana ait değil. Zamanımızın en önemli filozoflarından Jean Baudrillard’ın “Cool Anılar” kitabının başından bir alıntı.
Baudrillard, gelmiş geçmiş en başına buyruk ya da bağımsız düşünebilen filozoflardan. Şimdi bu satırları okuyanlar arasından belki şöyle soranlar çıkabilir : “İyi de, filozof ise eğer, zaten doğal olarak bağımsız düşünmesi gerekmiyor mu? Bağımsız düşünebilmek, filozofun olmazsa olmaz niteliklerinden biri değil mi?”
Değil. Dahası, belli bir açıdan filozofların büyük bir bölümünün pek de o kadar bağımsız düşünen ölümlülerden olmadıkları bile söylenebilir. Bu şaşırtıcı saptama da bana ait değil. Stefan Zweig’ın Friedrich Nietzsche üzerine kaleme aldığı ünlü denemesinden bir alıntı. Zweig’a göre Nietzsche’nin kendisine kadarki filozoflardan en büyük farkı, ‘sistem tutkunu’ olmaması. Yaklaşık şöyle diyor bu konuda Zweig : Nietzsche’nin dışında hemen bütün filozoflar, önce kendileri için birer sistem inşa ederler, ondan sonra da hayatları boyunca ele aldıkları her konuyu bu sistemin dört duvarı arasına sığınarak sorgulamaya çalışırlar. Sistemleri herhangi bir konuya dar gelse bile sistemi genişletmeye veya terk etmeye yanaşmazlar. Konuyu bir şekilde sistemlerinin dört duvarı arasına zorla, ite kaka yerleştirirler. Oysa Nietzsche asla böyle yapmaz. Sistem inşa etse bile, konu sisteme sığmadığında kendi inşa ettiği sistemi bir anda yerle bir etmekten, bir yana atmaktan asla çekinmez. Sisteminin yıkıntılarını arkasında bırakıp, konunun rüzgârlarına göre yelken açarak ilerler…
İşte kanımca Jean Baudrillard da Zweig’ın bu tanımına uyan ender filozoflardan biri. Eserlerinde ister yığınları ister bireyleri sorgulasın, sorgulamalarını hep geliştirdiği sistemler temelinde gerçekleştirmek gibi bir kaygısı yok. Başka deyişle, her zaman kendi sistemlerinin tutsağı olmak yerine konularının öğrencisi olmayı yeğlemiş. Bu nedenle de yine her zaman aslında çok eskilere uzanan konuları ele aldığında bile, o konuların bugün doğrultusunda yenilenmiş çehrelerini yakalayıp yansıtabiliyor.
Yazımın başlığı yaptığım soru, işte böyle bir filozofa ait : “İnsan, artık gölgesi yoksa, üstünden nasıl atlar?
Alışılmamış, beklenmedik, sıra dışı bir soru.
Her şeyden önce, insan’a yönelirken, insana ilişkin alışılmamış bir beklentiyi dile getiriyor.
“İnsan, artık gölgesi yoksa…”
Yani insan, gölgesinin üstünden atlaması gereken bir varlık. Bu tanımda gölgenin üstünden atlama zorunluluğu, insanın durmayıp ilerleme zorunluluğu ile eşanlamlı kılınmış. Gelgelelim bunun için …
…evet, bunun için, her şeyden önce insanın bir gölgesinin olduğunun farkına varması gerek!
Peki, zaten her insanın, ışığın düşüşüne göre, bir gölgesinin olması doğal değil midir, diye sorulabilir.
Doğaldır hiç kuşkusuz.
Ama o gölgenin farkına varılması her zaman pek doğal değildir.
Yani pek çok insan hayatı boyunca pek çok kez gölgelerinin yanından geçip gider. Ne gibi gölgeler bıraktığının – düşürdüğünün – hiç bilincine varmadan. Dahası, kendi gölgesine “Senin bir gölgen var mı?” sorusunu yadırgayacak, bu soruya verebilecek bir yanıt bulamayacak kadar yabancılaşarak.
Varoluşunu son derece doğal diye nitelendirir. Ama o varoluşun, ışıkların açısına göre, gölgelerinin de olabileceğini, mutlaka olacağını hiç düşünmüyor olabilir.
Eylemlerin ve sözlerin yansımasından oluşacak gölgeler.
Kimliğin ve kişiliğin kenar çizgilerini belirgin kılan yansımalar.
Ve kişiliğin geliştirilmesi için, varolan gölgenin üstünden atlayarak, daha farklı bir gölge düşürme hedefine yöneliş.
Baudrillard’ın sorusu, işte bu noktada varoluşsal bir önem kazanmakta.
Var olan gölgesini bile, onun bilincine varmayacak kadar yitiren, yukarıdaki anlamda bir hedefe yönelebilir mi?
“İnsan, artık gölgesi yoksa, üstünden nasıl atlar?”