Bugünlerde yazdığım bir inceleme için Samet Ağaoğlu’nun “Marmara’da Bir Ada” kitabını okuyorum. 27 Mayıs’tan sonra DP iktidarının yürütücülerinin yargılandığı Yassıada mahkemesinin öyküsü. Yazar da yargılananlardan biri. DP dönemi boyunca milletvekili ve bakanlık yapmış. İktidarın tepesindekilerden biri, olaylara hep bu cepheden bakıyor. Ağaoğlu’nun kitabında gerçekleri ancak tersten okuyarak görebiliyoruz. Satır aralarında sezmeye çalışıyoruz.
Samet Ağaoğlu, 27 Mayıs ve Yassıada’yı şu sözlerle çürütmeye çalışıyor: “Bu, yıllardan beri sinsi sinsi, kulaktan kulağa, bazen açık olarak, 27 Mayıs’tan beri ise akıl vicdan ve insafın bütün sınırları dışında bir kin ve intikam hırsı ile haykıra haykıra ilan edilen büyük yalanın, Demokrat Parti iktidarının toptan hırsız olduğu yalanının mahkeme kararı ile dünyaya ve Türk milletine kabul ettirilmesi çabası demekti!” (Samet Ağaoğlu, Marmara’da Bir Ada, s. 27, YKY, 2011, İstanbul) Elbette, bu yargılamanın, “milli iradenin” hiçe sayılması ve suçlu sandalyesine oturtulması olduğu da, sık sık tekrarlanan bir sav. Bu tanıdık iki temayı bir arada görünce, “Hırsız var!” haykırışının, bugünkü kadar yakıcı olmasa da, 55 yıl önce de memleketi kasıp kavurduğunu, buna karşı temel savunmanın da milletin oylarıyla verdiği onay olduğunu anlıyoruz.
Aynı sınıfın adamları
Bir hikâyeci olan Samet Ağaoğlu’nun Yassıada kitabı bende düş kırıklığı yarattı. DP’nin yıkılışı ve yargılanışına ilişkin insani sahneler göreceğimi umuyordum. Ağaoğlu, kendini bütünüyle içinde yer aldığı iktidarı haklı çıkarma kaygısına verdiği için, on yıl boyunca çeşitli politikalarla halka zulmeden bir hükümetin temsilcisi gözüyle olaylara bakarak, gerçeği tek yanlı gösteren, kuru bir kitap yazmış. Bununla birlikte, “Marmara’da Bir Ada” 27 Mayıs İhtilali’nin bazı özelliklerinin görülmesi açısından ipuçları taşıyor.
Ağaoğlu şunu gösteriyor; 27 Mayıs’ı yapanlarla, Yassıada’da yargıladıkları DP kadroları, iç içe geçmiş bir egemen sınıfın üyeleri. Birbirlerini tanıyorlar, geçmişte ortak işler yapmışlar, bu nedenle mahkemede ortaya çıkan öfke ve sevecenlik patlamaları daha çok kişisel çatışmaların ürünü. Ağaoğlu ilk sorguları anlatıyor: “Soruşturmayı yapanlarla soruşturması yapılanların çoğu birbirlerinin arkadaşı idiler. Bir kısmı da uzun yıllar amir ve memur olarak beraber çalışmışlardı. Bu eski tanışıklığın yarattığı bir hava oluyor, soruşturma zaman zaman sohbet şeklini alıyor, karşılıklı kullanılan sözler sanıklarda ümitler, neşeler, geleceğe güvenle bakma hissini uyandırıyordu.” (s. 28) Mahkeme başlayınca da bu tanıdıklık hali sürüyor. Ağaoğlu’nu ve dava arkadaşlarını, bu hal içinde, suçlamaların katılığı şaşırtıyor.
Duruşmanın tutanak yazmanlarının durumuna tarihin ironilerinden biri diyebilir miyiz? “Burada herkes birbirini çok iyi tanıyordu. Zabıt tutanlar Meclis’in kâtipleri idi. Şimdi birçoklarının hesap verecekleri siyasi konuşmaları da yine onlar tutmuşlardı, 11’nci Büyük Millet Meclisi’nin son aylardaki manzarası gözlerinin önünde idi. Demokrat Parti Meclis Grubu’nun toplantılarında da hep bu kâtipler bulunuyorlardı.” (s.33-34) Son aylarda Meclis’te kâtipler nelere tanık olmuşlardı? DP iktidarının kendi milletvekillerinden oluşturduğu “Tahkikat Komisyonu”, Anayasa’nın mahkemelere tanıdığı “yargı” yetkisini ele geçirmiş, CHP’lileri, muhalif gazeteci, üniversite hocası ve aydınları sorguya çekiyor, haklarında cezaya hükmediyordu. Kâtipler, bu sorgu-yargıların tutanağını tutmuşlardı. Yassıada yargılamalarının Anayasayı ihlal davası, en çok bu girişim üzerinde durdu. Tahkikat Komisyonu’nun sorguladığı gazeteciler ve üniversite hocaları Yassıada’ya tanıklığa geldiler. Meclis’in kâtipleri yer değiştiren sanıkları ve tanıkları tutanağa geçirdiler.
Ağaoğlu kitabın her cümlesinde, savunma perspektifini koruyarak tanıkları çürütmeye çalışıyor. DP’nin diktatörlük kurmadığını ne kadar çok tekrarlar ve gerekçelendirirse o kadar haklı çıkacağını umuyor. Dönemin ünlü hukuk hocası Prof. Nail Kubalı, Tahkikat Komisyonu’nun sorguladıklarından biri. Ağaoğlu’na göre, Kubalı, “Millet Meclisi’ndeki Demokrat parti çoğunluğunu, diktatörlerin, midelerinden yakaladıkları insanlar olarak” gösteriyor. Bu “midelerinden yakalanmak” deyimi, 27 Mayıs’ın “hırsız var!” gerçeğini, kibarca dile getirişi anlamına geliyor. Duruşma boyunca DP’liler tanıkları ve savcıyı “midelerinden yakalanma” gerçeğini belgeleriyle ortaya koymaya çağırıyorlar. Bunlar ortaya konamıyor, kıyısından köşesinden gündeme getirilenler de gerçeği sulandırıyor. Sonucunda idam cezaları verilmiş de olsa, bu yargılamaların köklü bir hesaplaşmaya dönüşmemesini, yargılayan ve yargılananlar arasındaki sınıf ortaklığına bağlamak mümkün.
Hep “komünizm umacısı”
DP’nin iddianamedeki suçları arasında, Türkiye’yi NATO’ya sokmak, bunun uğruna Kore Savaşı’na asker göndermek bulunmuyor. Tersine, savunma yapan sanıklardan Fatin Rüştü Zorlu bununla övünüyor: “Türkiye, dünyanın ve tarihin en büyük ittifakına, NATO’ya bizim zamanımızda girdi. NATO, hür milletlerin, demokrat devletlerin birliğidir. Türkiye bu birlik içinde en güvenilir devlet diye sayılıyor. Biz nasıl diktatör olabiliriz.” (s. 80) Mahkeme heyetinin bu savunmadan ne kadar etkilendiğini bilemiyoruz. Ancak DP’nin “Tahkikat Komisyonu” denemesinin “hür” dünyanın kalesi ABD’de, Mc Charty başkanlığında kurulan senato komisyonundan esinlendiği söylenebilir. NATO’ya girmekle övünenler, tıpkı Mc Charty gibi, “komünizm umacısı”na sarılıyorlar.
Ağaoğlu, Tahkikat Komisyonu’nun demokrasiye ne kadar uygun ve gerekli olduğunu ispatlayan üç sanığın savunmasının can damarını vurguluyor: “En önemlisi, basına musallat olmuş komünistleri ortaya koydular!” Diktatörlük suçlamasını boşa çıkarmak için, seçimler, meclis, “halk iradesi” benzeri bugün de çok tanıdık gelen kavramlar saçılıyor. Hatta, bir DP’li savunmasını, diktatörlük görmek istiyorsanız, Küba’ya gidin ve Castro’ya bakın sözleriyle taçlandırıyor. Ortaklar; o kadar ortaklar ki, iddianamenin hazırlayıcısı Savcı Egesel’e hemen hepsi şu soruyu soruyor; “Madem, DP demokrat değildi, 1954 seçimlerinde milletvekili seçilmek için neden DP’ye başvurdun?” 27 Mayıs İhtilali’ni yapanlar, üniversiteliler ve Silahlı Kuvvetlerin genç subayları aldıkları iktidarı, bu işin ustaları, sermaye sınıfının pişkin kadrolarına düşüncesizce devretme saflığını gösteriyorlar.
Muammer Aksoy, Sıddık Sami Onar, Bahri Savcı, Bedii Faik, Ahmet Emin Yalman DP diktatörlüğünün çeşitli baskı ve ihlallerinin tanıklığı için mahkemeye geliyorlar. Üniversite hocalarının, gazetecilerin yazılarıyla, DP’yi diktatörlüğe gittiği, bundan vazgeçmesi gerektiği yolunda sürekli uyardıkları anlaşılıyor. Bu yazılar, Yassıada’da yargılama yapan Yüksek Adalet Divanı’nın iddianamesine temel oluşturuyor. Ağaoğlu’na göre, Savcı Egesel’in iddianamesinin büyük bölümü, hukuk bilgini Muammer Aksoy’un makalelerinden derlenmişti.
Bu saptama bana şu soruyu çağrıştırdı: Bugünün diktatörünün Yassıadası’nda yazılacak iddianameye hangi üniversite hocasının katkısı olacak? Sayısı 150’ye yaklaşan üniversitelerden, Anayasa, hukuk, ahlak, insanlık tanımadan, Osmanlı padişahlarında bile bulunmayan keyfi bir yönetimi sürdüren AKP iktidarının cürümlerini ortaya koyan, iddianameye dönüştüren kaç hoca çıkacak? Bilmiyorum. Ama şundan eminim; adil ve köklü bir yargılama için, Brecht’in “Lukullus’un Yargılanması” oyunundan ilhamla, mahkeme heyetini işçi ve emekçilerden kurmak şart.