Edebiyat siyasi bir iştir. En azından kendi tarihçeme baktığımda bunu apaçık görebiliyorum. Marx’ın adını ilk ne zaman duyduğumu hatırlamıyorum, ama ilk kez Marx’ın bir sözünü bir edebiyat eleştirisinde görmüştüm ve dünyaya bakışımı belirleyen bir anahtar olmuştu: İnsanların sosyal varlıklarını belirleyen sosyal bilinçleri değil, sosyal bilinçlerini belirleyen sosyal varlıklarıdır diyordu. 1979 sonu 1980 başları olmalı. Asım Bezirci’nin edebiyat eleştirisi üzerine bir incelemesinde geçiyordu. İncelemenin basıldığı derginin adı Sanat Emeği’ydi. O günden aklıma kazınmış olmalı; insanın bir “toplumsal bilinç” biçimi olan edebiyatı da toplumsal varlığının belirlediği.
Sanat Emeği dergisi benim yaşamımda böyle etkili oldu. 40 Kuşağı’nın yıllarca unutturulmuş şairi Enver Gökçe’den ilk şiiri bu dergide okumuştum: “Hastir Lan”. Nasıl bir şiirdi bu, küfür sözünü başlık yapmıştı. “Hastir”i geçtik, o yıllarda bize “lan” diyen birine, “lan deme, lan!” diye kızardık. Gel de şaşırma. Hemen gidip kitaplarını aradım, “Panzerler Üstümüze Kalkar”ı bulup okumuştum.
Böyle başladık, şiirden, romandan, edebiyat eleştirisinden siyasi bilince yürüdük. Bu aydınlanmaya Fakir Baykurt’un “Kaplumbağalar”ı, Maksim Gorki’nin “Ana”sı, Orhan Kemal’in “Murtaza”sı, asıl Aziz Nesin’in siyasi kavramını bellettiği, “Sosyalizm Geliyor Savulun” kitabı ilk tohumları ekmişti. 1993’ün 2 Temmuz’unda Sivas’ta yaktıkları Asım Bezirci, ne iyi etmişti de bir edebiyat eleştirisinde, Marx’ı öğretmeyi iş edinmişti. Daha sonra, yıllar sonra, İnsancıl dergisinde ona özenerek eleştiriler yazmaya çalışırken tanışacaktım Asım Bezirci’yle. Her zaman sevecen ve gülen gözleriyle hatırlıyorum onu. 1993 başlarında Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde karşılaşmıştık bir gün. “Kundak Bezinin Çeşidiyle” başlıklı bir edebiyat eleştirisi için Nâzım Hikmet’in “Bir Şimal Kasabasında Şeytanın Rahibe Söylettikleri” şiirini arıyordum, karşımda onu bulmuş, sevinmiştim. Özendiğim yazar gibi ben de kütüphanelerde çalışıyordum. Onunla yakılmadan bir gün önce, Sivas’ta da buluşmuştuk. O son konuşmasında, inançla, “sosyalizmin” insanlık için umut olmaktan hiçbir zaman çıkmayacağını anlatırken gülümseyen sesi hâlâ kulaklarımdadır.
12 Eylül’ün araya giren edebiyatı
Edebiyat siyasi bir iştir, dedik, bunu Kemal Özer’in “Araya Giren Görüntüler” kitabında şiirleştirdiği 12 Eylül dönemi bir kere daha belgeledi. Sanat Emeği benzeri dergiler kapatılmıştı, şairler, yazarlar hapse atılmıştı.
Onlar kapatılırken yerlerine başkaları çıkarılıyordu. Cumhuriyet gazetesi üç dört gün boyunca iki şairin, adını ilk kez duyduğum İlhan Berk ile Ece Ayhan’ın birbiriyle söyleşisini yayımlamıştı. Tarihçilerin “sarışın” mı, “karaşın” mı olduklarını tartıştıkları kalmış aklımda. Daldan dala uçan, yaşadığımız zulüm günleriyle hiçbir bağı olmayan “derin” şeylerden söz ediyorlardı. Tan Oral’ın harika çizimleriyle süslenen yazıda çizer de bunu görmüştü ki, boşlukta birbirine zıt yönlerde asılı kalmış iki şair, el kol hareketleriyle sosyal varlığı belirsiz bir tartışmaya girişmişlerdi. Anlamamıştım ama etkilenmiştim, Ece Ayhan’ın, gazetede övülen “Zambaklı Padişah” kitabını alıp okumuştum hemen. Sonra “Ortodoksluklar” kitabını; o güne kadar okuduklarıma hiç benzemeyen tuhaf şeylerdi. Bugünden bakınca sosyal varlığı ve sosyal bilinci belirsiz bir edebiyat olduğunu söylemek kolay ama o günlerde benim de hayatıma giren “görüntüler”di bunlar.
Bu araya giren görüntülerin etkisiyle eski Osmanlıca kitaplar okuduğumu, Ece Ayhan’ın diline özenerek birkaç şiir yazdığımı burda açıklamamda yarar var. Neyse ki, Türkiye’de edebiyatın sağlam bir gerçekçi damarı vardı, kısa sürede “Bilim ve Sanat”, “Yazko Edebiyat”, “Yarın” dergileri imdadıma yetişmişti. Asım Bezirci’nin yazı ve kitaplarını, “Bilimden Yana, Sosyalizme Doğru”yu bulmuştum. Araya giren “İkinci Yeni”cilerden kurtulup toplumsal varlığıma uygun bir edebiyata sarılmıştım.
Sosyalizmin çözülüşünde edebiyatın etkisi
Araya giren görüntülerin etkili olabilmesi için edebiyatlaşması, davranış biçimine dönüşmesi, kültür haline gelmesi gerekiyordu. Bence 12 Eylül sonrasında burjuva ideolojisinin yerleşmesinde, sosyalist saflarda çözülme ve çürüme yaratmasında bu edebiyatın etkisi düşündüğümüzden fazladır. Yalçın Küçük’ün, günü gününe bir saptamayla bu edebiyatı, “Küfür Romanları” olarak teşhis etmesi çok önemlidir. Bilincimizden toplumsallık düşüncesinin kazınmasında ve bireyciliğin yerleştirilmesinde bu edebiyat çok etkili oldu. Sistem bu romanları sermaye yayıncılığıyla toplumun okur yazar kesimine okutmayı başarmıştır. Yeni yazarlarını yetiştirmiştir. Bizim saflardan yetişmiş yazarları “transfer etmiş”, toplumsal bilincimizi körleştiren bakış açılarının dar çerçevelerine sıkıştırmıştır. Burjuva toplumsal varlığını meşrulaştıran ve olumlayan bu edebiyat, özellikle yeni kuşakların, eskiyi bilmeyen, araştırmayan, önlerine ne konulursa onunla sınırlanan gençlerin hayatı algılamalarında çok etkili olmuştur.
Kuşkusuz, gerçeklerle uyuşmayan yanlış bilincin sürekli hükmünü yürütmesi mümkün değildir. Yaşamın diyalektiği gereği, karşıtını da doğuran ve güçlendiren toplumsal süreçler belirleyicidir. Toplumsal varlığının belirleyiciliğiyle Haziran ayaklanmasında meydanlara çıkan milyonlar, bu gerici edebiyatın etkilerini üzerlerinden belli ölçülerde atmışlardır. Ama yeterli değildir, bütünüyle, Asım Bezirci’nin açıklığıyla bu edebiyatı aşmak zorunludur.
Edebiyatsız devrim olur mu?
Zorunludur ama hâlâ duvarlara ve kaldırımlara yazılan şiir dizelerinden yola çıkıp, “İkinci Yeni” şiirinin devrimci nitelik taşıdığını öne sürenler var. Kaldırımlara yazılan bu şiirler, “İkinci Yeni”yi devrimcileştirmez, yazanların beslendiği şiirsel, edebi kaynakları gösterir. Yeni kuşaklar, gerçekçi edebiyatımızın birikiminden yoksundurlar ve bence Haziran’ın ortada bırakılmasında bu eksikliğin de büyük payı vardır. Tarih, felsefesiz ve edebiyatsız dönüşüm olmayacağının örnekleriyle dolu. En azından, bizim Cumhuriyet devrimimiz için şunu söyleyebilirim; programını ve temel insani değerlerini 19. Yüzyılda başlayan gerçekçi bir edebiyattan çıkarmış ve içselleştirmiştir. Bu edebi birikimden ilk aklıma gelenleri sıralıyorum: “Taaşşuk-u Talat ile Fitnat”, “Sergüzeşt”, “Mai ve Siyah”, “Felatun Beyle Rakım Efendi”, “Tarih-i Kadim”, “Handan”, “Çalıkuşu”, “Nur Baba”. 1908 yılında Tanin gazetesinde tefrika edilen “Nesl-i Ahir, Son Kuşak” ile aynı gazetede çevrilip yayımlanan Maksim Gorki’nin “Ana” romanını da unutmamak gerekiyor. “Ana”, Rusya’dan iki yıl sonra Türkiye’de yayımlanıyor ve yayıncısı da 1908 devrimini yapanlardır.
Bugün genç devrimci arkadaşlarımızın yazılarında karşılaştığım edebi referanslar çok şaşırtıyor beni. Hiçbir toplumsal mücadelenin izi bulunmayan kitaplar ve yazarlara dayanarak devrimci çıkarımlar yapmaya çalışıyorlar. Toplumsal varlıkları devrimci bir bilinci dayatırken, dağarcıklarında burjuva toplumsal bilincinin edebiyatlaşmış öğeleri var. Çoğu bunun farkında bile değil.
Edebiyat çok siyasi bir iştir; insana farkında olmadan kendi bindiği dalı kestirir. Kısa sürede bu edebiyatla köklü bir hesaplaşmaya ve her türlü izinden arınmaya ihtiyacımız var. Kendi siyasi çizgimizin edebiyatını oluşturmak zorundayız.