Bazen, en çok da yaşamakta olduğum ‘bugün’ ile baş edebilecek gücümün kalmadığını hissettiğimde, özdeyişlerin kanatlarına tutunup geçmişe açılırım. Ne de olsa, çoğunlukla geçmişten mirastır özdeyişler. Ve o zaman, bulanık bir teselli görünür gibi olur iç dünyamda. “Geçmişte bunları düşünenler ve söyleyenler olduğuna göre, dünyanın çıldırmadığı zamanlar da varmış…” derim.
Derim de, rahatlar mıyım?
Ancak bazen.
Peki neden her zaman değil?
O özdeyişlerin çoğu beni gerisin geriye, bir tekmede yine bugünlere fırlatır da o yüzden. Sanki o sığınmak istediğim geçmiş, çoğunlukla bugüne ait kehanetlerle doludur.
Bu gece de öyle oldu. İşe Nietzsche’den (1844-1900) derken –
“İnanç, hakikati bilmek istememek anlamına gelir…”
Ne kadar çoklar! Yani hakikatleri bilmek istemeyenler! Bunu bir kez daha anlamak için yüz yıldan fazla bir zaman öncesine mi gitmem gerekiyordu?
Acaba zamanda biraz daha mı geriye gitsem bugünden kurtulmak için? Örneğin belki de çalışma odamda, şu en üstten üçüncü raftan bana göz kırpmakta olan Thomas Paine’e (1737-1809) sığınabilirim. Amerikalı yazar ve siyasetçi. Düşünceleriyle hem Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nı hem de Büyük Fransız Devrimi’ni etkilemiş. Özdeyişi karşıma hemen birkaç sayfa sonra çıkıyor : “Aklını kullanmaktan vazgeçen bir insanla tartışmak, bir ölüye ilaç vermekten farksızdır.” Buyurun cenaze namazına demezler mi benim gibi gece vakti belasını arayana ! Çevrem artık hemen her gün böyle ölülerle kuşatılmışken, sen teselliyi ve kurtuluşu yaşadığın zamanı suratına tokat gibi çarpan, iki yüz bilmem kaç yaşındaki bir özdeyişte ara!
Derken Albert Einstein’dan (1879-1955) satırlar – yaşadığım zamana epey bir yakın. Yarama merhem olur mu acaba?
İlk söz : “Bir önyargıyı parçalamak, bir atomu parçalamaktan daha zordur” – derken, bu kadarı yetmiyormuş gibi, aynı kafadan bir ikincisi : “İki şey sonsuzdur, evren ve insanoğlunun aptallığı; ama evren bakımından bundan pek emin değilim.”
Kaç oğlum kaç, hatta diyelim Victor Hugo’ya (1802-1885) kadar – belki de ne varsa eskilerde vardır : “Her köyde bir meşale vardır – öğretmendir onun adı, ve bir de bu meşaleyi söndüren kişi – papazdır onun uğraşı.” Peki değdi mi şimdi iki yüzyıl geriye gitmeye? Sabahattin Eyuboğlu, “Mavi ve Kara” adlı kitabında aynı benzetmeyi “Köy Enstitüleri’ni Kuran Düşünce” başlıklı denemesinde, bizim köylerdeki öğretmen ve imam için yapmamış mıydı? Yoksa onun uyarısı, Fransız kökenli olmadığı için mi bu kadar çabuk unutuldu? (“Asılacaksan İngiliz sicimiyle asıl” dememişler miydi, ya da hâlâ demezler mi bizimkiler?)
Durun bakalım, bir ressam çıktı karşıma. Belki ondan iç açıcı bir şeyler okuyabilirim. Adı David J. Constable (1776-1832). İngiliz romantizminin en ünlü redssamı. “Köktenciliğin her türü, bütün akılcı düşüncelerden yoksunluğu nedeniyle, kitle imha silâhlarının en korkuncu olabilir.”
Akılcı olabilir, ama bu da aradığım teselliyi vermeyen bir düşünce.
Sonunda ironisi ve zekasıyla beni her zaman hayran bırakmış olan İsaac Asimov’a (1920-1992) sığınıyorum : “Ölme zamanımın yaklaşmasına rağmen, ölümden ve cehenneme (ya da çok daha kötüsü, cehennemin popülarize edilmiş versiyonu olan cennete) gitmekten korkmuyorum. Ölümün hiçlik olmasını bekliyorum, ve beni her türlü ölüm korkusundan kurtardığı için de ateizme şükran duyuyorum.”
Evet.
Buydu bugünde aradığım…