Fransız filolog Georges Dumezil, 1925-1931 yılları arasında İstanbul Darülfünun’da dinler tarihi hocası, Hint-Avrupa toplumlarının mitolojileri ile toplumsal yapıları arasındaki üçlü paralelliği ortaya çıkarmıştır, bir söyleşide, her yıl bir kere Sofokles’in “Kral Oidipus”unu okuduğunu söyler. Bunu öğrenince her fırsatta okuduğum kendi kitaplarımı düşündüm. Dumezil ölçüsünde sistemleştirmiş olmasam da dönüp dönüp tekrar okuduğum ya da okumak istediğim birkaç kitap olduğunu fark ettim. Bunlardan biri, “Kral Oidipus” çağından, Sofokles’in öncülü Askülos’un “Zincire Vurulmuş Prometheus”uydu. Bu kitabın aşkıyla, başlarda sayfalarca eski Yunan kabilelerinin soy zincirlerini anlatan George Thompson’un “Aiskhylos ve Atina” kitabına bile katlanmıştım.
Askülos tragedya sanatının kurucusuydu, köleci Atina demokrasisinin ilk yıllarında yaşamıştı ve kendinden sonra gelenlerden, Sofokles ve Euripides’ten daha umutlu ve iyimserdi. Prometheus’u mitolojiden çıkarıp, insana dayatılan koşulları aşmak için direnen ve mücadele eden ilk insanın simgesi haline getiren odur. Çağlar boyunca devrimci düşünür ve şairlerin gönderme yaptığı, alıp günün koşullarında yeniden işledikleri bir simge olmuştur. Goethe’de de buluruz Prometheus’u, Marx’ta da, Tevfik Fikret’te de Nâzım Hikmet’te de.
Devrimlerin çizdiği rota
Döne döne okuduğum ikinci kitabım da, çağımızın Prometheus’larından Nâzım Hikmet’le ilgiliydi: “Bu Dünyadan Nâzım Geçti”. 1921 yılının ilk günlerinde, Anadolu’da süren Kurtuluş Savaşı’na katılmak için birlikte İstanbul’dan bir vapurla yola çıktığı çocukluk ve gençlik arkadaşı Vâlâ Nureddin’in kitabı. Yetişme yıllarını ve devrimci bir şair olarak doğuş koşullarını anlatan bu kitap ortak yaşamdan gelen gözlem ve tanıklıklarıyla Nâzım Hikmet’i anlatan en önemli kaynaklardan biridir. Bence, Vâ-Nû’nun bu kitabı, anlatımı, dili ve kurgusuyla, yaşamdan damıtılmış mizahıyla edebiyatımızın değeri yeterince anlaşılmamış eşsiz bir klasiğidir. Her yıl olmasa da, birkaç yılda bir, “Bu Dünyadan Nâzım Geçti”yi tekrar okurum.
Vâlâ Nureddin, çocukluk ve gençlik yıllarını, Anadolu’daki maceralarını, Bolu’da öğretmenlik günlerini, Rusya’ya geçişlerini, Tiflis’deki açlık günlerini, KUTV’da öğrenciliklerini, Nâzım Hikmet’in ilk şiirlerinin yazılış koşullarını mizahın hiç eksilmediği bir üslupla tatlı tatlı anlatır. “Bu Dünyadan Nâzım Geçti”, aynı zamanda iki büyük devrimden, Ekim Devrimi ve Cumhuriyet Devriminden tarihsel portreler çizer. 1921 Ankara’sının havasını duyurur. 1922 Rusya’sında yaşanan açlık ve devrimci heyecandan sahneler gösterir.
Bu kitapta beni en çok etkileyen şey, iki gencin hiçbir engel ve zorluk tanımadan devrimlerin çağrısına uyarak, yaşamı bir serüvene dönüştüren yolculuklara atılışlarıdır. Yolculukların rotasını öğrendikleri belirler. O çağda değerli bilgi, içinde yaşadıkları devrimlerin bilgisidir. Toplumsal devrimin bilgisini ilerlettikçe, Bolu’da bir köy evinin duvarına asılı haritada çizdikleri gelecek tasarımı değişir. İlkin, Nâzım Hikmet’in şiirini de yazdığı ve Babeuf’le beraberliğini açıkladığı, İhtilal-i Kebir’in şehrine, Paris’e gitmeyi düşünürler. Ama yüz otuz yıl önce yapılan bir devrimin anısı yerine, kuzeydeki, dalgaları kendilerine kadar ulaşan Sovyet Devrimi’nin çekimine kapılmakta gecikmezler. Ankara’daki devrim ise onları içine almak yerine görece sakin bir köşede öğretmen olarak görevlendirmiştir. Bir anlamda dışında tutmuş ve pasifize etmiştir.
Sosyalizmin ilk rüzgârını, Ankara’ya gitmek için haber bekledikleri İnebolu’da, Almanya devriminde bulunmuş Türkiyeli Spartakistlerden almışlardır. Sadık Ahi ve arkadaşları Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin’e işçi sınıfının “bir yeni âlem kurmak” için harekete geçtiğini anlatmışlardır. Bolu’da birlikte bir at satın aldıkları ve köy evi kiralayarak komün kurdukları ağır ceza reisi Ziya Hilmi’yle tartışmaları ve okumaları meraklarını beslemiştir.
“Vakt-i salât”çının falaka değneği
Vâlâ Nureddin, yıllar sonra Bolu’da köy evindeki politik durumunu şöyle yazıyor: “Ben sosyalisti, ‘filozofla şair arası, yağlı uzun saçlı orijinallik meraklısı, paradoksçu bir aydın tipi’ sanırdım. Komünistlikle sosyalistliğin münasebetini bile o tarihlerde bilmiyordum. Milliyetçiliğin bütün bunlarla münasebetini de yine bilmiyordum. Gözlerimi dört açmış, bu dönen kavga nedir, öğrenmeye uğraşıyordum. Büyük seyahatlere gidişimin sebebi de, büyük olayları öğrenmek merakıydı. Ve öğrenip şu zavallı memleketime bir çıkar yol bulmak isteyenler arasına katılmaktı.” (Vâlâ Nureddin, Bu Dünyadan Nâzım Geçti, Cem Yayınevi, 1988, İstanbul, s. 142) Dört taraftan işgal edilmiş “zavallı memleketin” en trajik yanı, halkın, Reşat Nuri’nin “yeşil gece” dediği şeriatçı bir karanlığa mahkûm edilmiş oluşuydu. “Bu Dünyadan Nâzım Geçti”nin 1921 Bolu gözlemleri, bunun günümüzde de yaşanan bazı sahnelerini gösterir. İki genç öğretmen Ramazan’da yiyecek bulamazlar ve pazardan aldıkları bir sepet yumurtayı “şerefe” diye tokuşturarak kafaya dikerler. “Beş vakit namazlarda, çarşı camiinde güldür güldür ezan okunduğu halde, sokakta eli sopalı biri belirirdi. Başında abani sarığı, cüppesinin etekleri yel yeperek, falakacı tipi, sırım gibi bir herif. Kümes hayvanlarını kovalarcasına ümmeti kış kış ederdi. Dükkânların peykelerine camekânlarına vurarak haşin bir sesle haykırırdı: ‘Vakt-i salât! Vakt-i salât!’
Herkes, süklüm püklüm, ya caminin yolunu tutturur, ya gözden silinir. Dükkânlar kapanır.” (s. 119) Nâzım Hikmet, orada da gericilere karşı “Yürüyen Adam” şiirindeki gibi bir bayraktır. Bir köşeye çekilmek yerine, “Göze batmak ister gibi, inadına, namaza sürülenlerin akıntısının tersine yürüyor”du. (s.129) Yüz yıl sonra üniversitelerden derslerin namaz saatlerine göre düzenlendiği haberleri verilirken hâlâ “vakt-i salât”tan çıkamadığımız anlaşılıyor. Daha da beter durumdayız, namaz çıkışları, değnekçinin yerini pankartlı ve silahlı tehdit nidaları alıyor.
Halkın boyun eğdiği şef
Vâ-Nû’nun kitabında yoksul, bilgisiz bırakılmış ve hep ezilmiş halkın sosyal psikolojisini anlamada ipucu değerinde bir gözlem var. Ankara’da toplanacak öğretmenler kongresine atla giderken, Bolu polis müdürü Kerim Bey ve iki jandarmayla gecenin ilerlemiş bir saatinde bir köye varıyorlar. Acıkmışlar. Seslenerek uyandırdıkları köylülerden yiyecek istiyorlar, tavuk, peynir, sucuk ne varsa, parasıyla alacaklarını da ekliyorlar. Köylüler yok diyor. “Yavan ekmek” de yokmuş. Bunun üzerine Kerim Beyin öfkeyle yaptıklarını Vâlâ Nureddin’den okuyalım:
“Çizmesinin koncundan kamçısını çekti. Bir yürüdü köylünün üzerine, içlerinden birini gelişi güzel yere yıktı. Allah yarattı demeyip kaba etlerine şaklattı kamçıyı…
-Aman ağam biz ettik, sen etme!
-Ekmek var mı?
-Var ağam, sen emret.
-Peynir, sucuk var mı?
-Olmaz mı, ağam? Sen emret!
-Yumurta var mı?
-Köy yerinde yumurta bulunmaz mı, ağam? Haşlanmış tavuk da var. Yol için hazırlamıştık.
Hepsini getirdiler. Siniyi kurdular. Galiba bizim aklımıza gelmemişken bal pekmez de buldular. Bol bol yedik.” (s. 155)
Bu olaydan yola çıkarak, iyilikle yola gelmeyen, zorbalık karşısında her şeyi kabul eden bir halk tipolojisi, genelleştirilebilir mi, günümüzün halkıyla benzeştirilebilir mi, bilmiyorum. Ama Vâlâ Nureddin’in yorumunu buraya almakta yarar var, günümüzün yeniden güncelleşen kavramlarından “biat” da kullanılmış: “Ne garip adamdı bu Kerim Bey ki, dayak attığı adamlara karşı siyasetini bir anda değiştirip onlarla ahbap bile olabildi. Yahut tersini söylemeli: Ne garip adamdı bu köylüler ki, kendilerine dayak atan adamı galip bir general gibi ağırladılar. Ona hayran kalmışlardı. Neredeyse biat edeceklerdi. Böyle bir şefin hasretini mi çekiyorlardı? Böyle bir şef an’aneden mi geliyordu? Böyle bir şef isteği doğulu olmanın gereği miydi?” (s.156) Sorular bugüne uzanıyor. Yazara göre, yıllar sonra, bazı “şehirli aydınlar”ın gönlünde bile böyle bir aslan yatmaktaydı ve Vâlâ Nurettin 2000’lerin Akp alkışçısı liboşlarını görseydi ne kadar üzülürdü kimbilir.
Para geçmeyen sosyalizm
İki genç şair, sonunda kararı veriyorlar, Ankara’ya uğrayıp birikmiş maaşlarını alıyor ve Rusya’ya gitmek için yola çıkıyorlar. Sadık Ahi’den Rusya’da sosyalizmin kurulduğunu öğrenmişler ve artık orada paranın geçmediğini düşünüyorlar. Öyleyse ellerindeki parayı ne yapmalı? Parayı Batum’a varmadan harcayıp kurtulmalı… Yol boyu, Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin konakladıkları Karadeniz şehirlerinde, dönemin şair ve yazarlarıyla buluşup onlara ziyafet çekiyorlar. Para hızla tükeniyor. Ama Batum’a yaklaştıkça, ufukta kara bir gerçek beliriyor, Rusya’da para gereksiz olmadığı gibi, değersiz ruble karşısında dönemin Türk parası daha değerli.
İki genç şairi parasız ve yersizyurtsuz zor günler bekliyor. Devamı ve dünyanın hırsızlık başkentlerinden Rostov’da beş kişinin gözü önünden çalınan Nüzhet’in bavulu, kızıl cumartesiler, ringa balığı deposunda beklenen nöbet, kıl payı ölümden dönülen mantar ziyafeti, Troçki’ler, Stalin’ler, Mayakovskiler “Bu Dünyadan Nâzım Geçti”de birer birer arz-ı endam ediyorlar.
Yalnızca büyük şairi mi, dünü ve bugünü, yarını da anlamak için heyecan ve duyarlılık yüklü bir kitap okuyorsunuz.
Döne döne okundukça yeni keşifler yaptıran bir kitap…