Aslında hiç sevmediğim bir sorudur : “Ben ne demiştim?”
Sevmem, çünkü böyle bir soru ister istemez bir haklılık payı ve savı taşır. Oysa ben, bir zamanlar yazdığım hiçbir şeyi sonrasız haklılığımın belgeleri olsun diye kaleme almadım.
Ama,
“Birkaç gün önce sona eren 19. Milli Eğitim Şûrâsı, bir gerçeğin hiçbir kuşkuya yer vermeyecek açıklıktaki ilanı ve itirafı yerine geçti : AKP iktidarının bundan böyle birincil hedefi, 29 Ekim 1923 tarihinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün kurumları ile birlikte tasfiyesi ve geçersiz sayılmasıdır.
Bu bağlamda, Mustafa Kemal’in bütün devrimlerinin – ‘köpekleşme’ benzetmesinde yapıldığı üzere – olabildiğince aşağılanması ve yürürlükten kaldırılması, dünya tarihinde emperyalizme karşı verilmiş ilk savaş olan Milli Mücadele’nin tarih sayfalarından giderek silinmesi, 1923’de kurulmuş olan ulus-devlet’in yerine bir ümmet toplumunun geçirilmesi, ‘Türk’ adının ‘Müslüman’a dönüştürülmesi ve bütün bunların sonucunda – Sayın Başbakanımızın deyişi ile – gereksiz bir ‘parantezin’, yani Cumhuriyet Dönemi’nin tarih sayfalarımızdan çıkartılarak tarihimizin kaldığı yerden – herhalde Mondros Mütarekesi’nden ve Sevr Antlaşmasından! – bu yana tekrar sürdürülmesi, yazımın girişinde sözünü ettiğim ‘birincil hedef’in kapsamındadır…”
Evet, bir süre önce yine burada böyle yazmışım.
Ve göründüğü kadarıyla, yeterince yazmamışım. Çünkü yazdığımdan bu yana geçen, uzun sayılamayacak sürede, eğitim bağlamında işler daha da sarpa ardı. Şimdi artık ana okullarında ve ilkokulların ilk sınıflarında dindar eğitimden söz ediyoruz.
Ne demiştim? “Dediğim gibi, bütün bunlar, 29 Ekim 1923 tarihinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye etme ve o cumhuriyetin beraberinde getirdiği bütün çağdaşlaşma girişimlerini hükümsüz kılma niyetlerinin açıkça tescilidir.
Peki bu açık ve seçik tescili izleyen zamanlarda neler ola/bilecektir? İsterseniz bunlara da kısaca bir göz atalım:
Her şeyden önce Lozan Antlaşması’nın tarihte Türklerin – yani bizim muktedirlere göre ‘Osmanlıların’ - en büyük ‘toprak kaybına’ yol açan belge olduğu söylemi, yeniden güçlendirilecektir.
Ardından, Mustafa Kemal’in aslında Padişaha ve Halifeye başkaldıran bir ‘asi’ olduğu – belki örneğin bir Damat Ferit’in becerebildiğinden çok daha vurgulu biçimde! – dile getirilecektir.
‘Milli Mücadele’ gibi, sonu bir imparatorluk yıkıntısının üzerinde Türkiye Cumhuriyeti gibi bir çağdaşlık anıtının yükselmesine yol açan bir serüvenin aslında ne kadar gereksiz(!) olduğu anlatılmaya çalışılacaktır.
Yüzyıllar boyunca halkının okur yazarlık oranının yüzde ortalama beşi geçmeyen Osmanlı’dan Anadolu’ya ancak dipsiz bir cehaletin miras kalmış olabileceği unutularak, cumhuriyetin kazanımları yerine sürekli olarak Arap harflerinin ‘Osmanlı Aydınlanması’na olan katkılarından söz edilecektir.
Ve nihayet, laiklik ilkesi yüzünden bir anda dini elinden gidiveren bir halkın bu eksiğinin giderilebilmesi için yaşadığımız topraklarda, Cumhuriyet’in kuruluşundan doksan yıl sonra toplumsal ve bireysel yaşam, tekrara düşünce yerine inanç temeline oturtulacaktır…”
Kısa sürede bütün bu yazdıklarımın (cek); (cak); (cektir) ve (caktır)’ları mişli, dili, bilmem neli geçmiş oldu bile.
O halde?
Ben artık daha ne yazayım?