24 Kasım Pazartesi sabahı. Şair Süreyya Berfe’den bir telefon geliyor.
Geleceğinden emin olduğum bir telefon.
Çünkü o gün, akşamüzeri saat 17’de, Avusturya Kültür Ataşeliği’nin Yeniköy’deki saray yavrusu mekânında bana edebiyat çevirisi dalında Avusturya Devlet Büyük Çeviri Ödülü verilecek.
Süreyya Berfe, bugüne kadar hiçbir önemli günümü, ödülümü, başarımı kutlamayı ve beni hep yeni çabalar için yüreklendirmeyi hiç unutmadı.
O günkü telefon konuşmamızın sonuna doğru : “Bugün gazetelere baktım, bu törenin haberine rastlayamadım”, diyor kırgın bir sesle.
Ama rastlayamazdı.
Ne ‘yandaş’ ne de ‘muhalif’ yayın organlarında rastlayabilirdi.
Çünkü birkaç gündür yayın organlarının gündemleri çok yoğundu.
Örneğin İvana Sert ile sevgilisinin on güne sığan ayrılma ve sonra yeniden birleşip ‘aşklarına devam’ kararını almaları haberi, resimli olarak en az iki kez verilmişti.
Kültürümüz(!) açısından önemi tartışma götürmeyecek bir haberdi.
Sonra bir de Lamborghini marka araba armağanın haberi vardı.
Sanırım bir futbolcumuz, hayat arkadaşına Lamborghini marka ve yeşil renkli bir araba armağan etmişti. O haber de – arabanın yeşili iyice belli olsun diye – renkli ve en az iki kez verilmişti. Haber metinlerde hayat arkadaşının gıcır Lamborghini’si ile İstanbul’un hangi semtlerinde dolaştığı da yazılıydı.
Bunca yoğun bir ‘kültürel’ ortamda bir Türk çevirmeninin yabancı bir ülkenin edebiyat çevirisi alanında verilen en önemli ödül olarak kabul edilen bir ödülü, hem de seçici kurulun oybirliği ile alması, elbet kayda ve yayına değer bir olay sayılamazdı.
Zaten sayılsaydı eğer, o zaman hep birlikte çok başka bir ülkede yaşıyor olurduk.
Örneğin o zaman, neredeyse yüz seksen üniversitesi ile uluslar arası bilim dünyasında yankı uyandıran hiçbir bilimsel başarıya imza atılmayan bir ‘akademik ortamımız’ olmazdı. Ya da, Prof. Dr. Doğan Kuban’ın özlü deyişiyle, Türkiye’de bilim, artık üniversitelerin dışında gelişmeye başlamazdı.
Benim en çok şaştığım, aslında bir başka nokta. Kimlerin ayrılıp barıştıkları veya hangi lüks arabalar ile nerelerde dolandıkları haberleri ile dolup taşan bir basın, acaba devlet büyüklerinin gafları ile alay etmeye nasıl cüret edebiliyor? ‘Yandaşları’ ve ‘muhalifleri’ ile medyanın neredeyse tamamının artık ‘magazinleştiğini’ görenlerin sayısı gerçekten bu kadar azaldı mı ?
Marcel Proust’un “Yitik Zamanı Arayış” adlı nehir-romanının “Swann’ın Dünyasında” başlıklı ilk cildinde Swann’ın basına yönelik şöyle bir eleştirisi vardır : “Gazeteleri suçlamamın nedeni, dikkatlerimizi her gün önemli şeylere çekmeleri, oysa içinde önemli şeyler bulunan kitapları hayatımızda ancak üç veya dört kez okuyabiliyoruz. Her sabah gazeteyi heyecanla açtığımızda ansızın her şey yerini değiştirebilse ve gazetede örneğin Pascal’in düşünceleri ile karşılaşılabilse! …ve ancak on yılda bir açtığımız altın yaldızlı bir ciltte Yunanistan Kraliçesinin Cannes’a gittiği ve Léon Düşesinin bir maskeli balo düzenlediği yazsa. Bence böyle bir durumda her şeyin doğru oranı yeniden kurulmuş olurdu…”
Bu satırları okuduğumdan beri arada : “Acaba bizde de bu doğru oran kurulmuş olur muydu?” diye sormuşumdur kendi kendime.
Sanmıyorum. Bizde ‘gazete’ denilenleri gazete, ‘kitap’ denilenleri de kitap sayma alışkanlığı yine sürüp giderdi …