Bir ortaokul öğrencisiyken okuduğum, “O Güzel İnsanlar” kitabındaki öyküler beni çok etkilemişti. Karadeniz’in dik yamaçlarında çay yetiştirmeye çalışan Zihni Derin’i ondan öğrenmiştim; bir bardak iyi demlenmiş çayı içerken, aradabir bunun arkasındaki insan emeğini duyumsamak çayı daha da tatlandırmaz mı? Çocuğa, topluma katkıda bulunan, öncü, yaratıcı insanların öykülerini taşımakla ne iyi bir iş yapmıştı. Alttan alta “o güzel insanlar” gibi bir insan olmanın özlemini işlemişti bana.
Birkaç yıl sonra, “Yolun Kıyısındaki Adam”ı görünce, tanış bir yazarla karşılaşmış hemen alıp okumuştum. Yolun kıyısındaki adam, akan bir Türkiye gerçeğinde, nereye sürüklendiğini anlamadan giderken, durup bir soluklanmak, durumunu anlamak istiyordu. Şimdi, yeniden okumak için ararsam kitaplığımda bulabilir miyim? Üzerinden bir 12 Eylül darbesi geçti; zor.
Talip Apaydın traktörün köye girişini romanlaştırdı
İki yıl önce Ankara’da “Edebiyat Cephesi” programında konuşmak için buluştuğumuzda bu zorluğu imlemişti. Günümüzde, toplumcu gerçekçi yazarlar okunmuyordu. Yayınevleri kitaplarını basmıyordu ki yeni kuşaklar alıp okusun. Kurulan bu edebiyat piyasası, 12 Eylül’ün gizli zaferlerinden biriydi.
“Sarı Traktör” 1958’de yayımlanan ilk romanıydı. Bu kitabını, birkaç yıl önce Maltepe Nâzım Kültürevi’nde beş on kişilik bir okuma topluluğuyla incelemiştik. Şekerpancarı tarımı yapılan iç Anadolu köylerinden birinde, delikanlı Arif’in traktöre aşkını anlatıyordu. Zengin komşuları ilk traktörleri almıştı ve Arif de babasını bir traktör alması için kandırmaya çalışıyordu. “Sarı Traktör”de yalın bir kurgu, güzel bir dil ve köy yaşamının ayrıntılarını temaya bağlı olarak sergileyen güçlü bir gözlem gücü vardı. Tanınmış bir eleştirmen bunları belirledikten sonra, eleştirecek bir şey bulamamış olacak ki, Talip Apaydın’ı tarımda makineleşmeye çok iyimser bakmakla, bunun olumsuz sonuçlarını görmemekle suçluyordu.
Gerçekten de Arif’in âşık olduğu traktör, pancar tarımındaki birçok ağır işi kolaylıkla yapabilmelerini sağlayacaktı. 1950’lerde tarımda makineleşme, çiftçiye sağlanan kredilerle hızlandırılmıştı. Köyden kente ilk büyük göç dalgası da bu dönemde başlamıştı. Köy öğretmeni yetiştirmek için kurulan Köy Enstitüleri de 1954’te kapatıldı. Yoksul köy yaşamının eziyetini tatmış bir yazarın, bunu hafifletecek bir makineye iyimser bakmasında şaşılacak ne var? Üstelik kafa ile kol emeğinin uyumunu içeren Köy Enstitüsünün eğitiminden geçmiş biri, insanın verimliliğini birkaç kat arttıran makineye iyimserlikle bakmayıp da ne yapacaktı? Talip Apaydın, ülkenin 50’lerde girdiği temel değişim alanlarından birini, köyü ve traktörün girişini sıcağı sıcağına romana sokmuştu. Okurlara güncel gerçeği sorgulamaları için “Sarı Traktör” güzel bir pencere açmıştı.
Bir kentli yazar, Aziz Nesin ise aynı yıllarda “Yedek Parça” öyküsünü yazmıştı. Bu öyküde bir salgın gibi giriyordu köye traktör. Dışa bağımlı makineleşme yedek parça sorununa yol açmıştı. Aziz Nesin’in köylüleri, arızalanan traktörün yedek parçalarını bulabilmek için ordan oraya başvurup günlerce beklemekten bitap düşüyorlardı. Talip Apaydın’ın romanının sonunda traktöre kavuşan Arif, traktörü dans ettirircesine sürerken, Aziz Nesin’in yedek parça mağduru köylüsü, tarlanın ortasında bir balyozla parçalar onu. Köylü ile kentli yazarın aynı gerçeğe değişik bakmaları konusunda incelenmeye değer iki yapıt vardır karşımızda. Televizyon programı yaptığımız kısa buluşmada bunu tartışamadık Talip Apaydın’la.
Edebiyata kendi giren köylü
1950’de Mahmut Makal’ın “Bizim Köy”ü ile seslerini duyuran Köy Enstitülü yazarlar kuşağı, 60’larda etkili eserler verdiler. Edebiyatta ve öğretmen örgütlenmesinde ön saftaydılar. 70’lerde, gazete ve dergilerde belirleyici köşeleri tutan küçük burjuva yazarlar, onları “köy edebiyatı” parantezine alarak, küçümseyici eleştirilerle örselemişlerdi. Oysa onlar, “edebiyata kendi giren köylü”ler olarak, Türkiye’nin her bölgesini romana, öyküye, şiire taşımışlardı. Kendisi de bir Köy Enstitüsünden yetişmiş edebiyat bilimci Emin Özdemir, “onlar edebiyatımızın coğrafyasını değiştirdiler” saptamasını yapmıştı. Sürgün bir aydının yalnızlığıyla köyü “Yaban”da etkili bir biçimde yazan Yakup Kadri ise, kendisini ziyarete gelen Fakir Baykurt ile Talip Apaydın’a, “Biz tren penceresinden gördüğümüz köyü yazdık, siz ise köyü içinden yazıyorsunuz,” demiş ve eklemişti, “Köyde çok roman var; yazın, yazın!”
Talip Apaydın, görüşmemizde bu “köy romanı” küçümseyici parantezine, aklımda kaldığına göre, şöyle bir karşılık vermişti: “Romanın köy romanı, kent romanı ayrımı olmaz. Roman insanı anlatır, bu insanın nerede yaşadığına göre roman sınıflandırılır mı?”
Köy Enstitülü yazarlar yalnızca edebiyatımızın coğrafyasını değiştirmekle kalmadılar, Nâzım Hikmet’le başlayan Sabahattin Ali, Sait Faik ve Orhan Kemal’le düzyazıda boyutlanan gerçekçi edebiyatımızın emekçi insan, yok sayılan sömürülen insanın yazımına katkıda bulundular. Talip Apaydın, Eskişehir’de toprak ağalarının çiftliğinde çalışan “Ortakçılar”ı yazdı. Dağdaki çobanı, “Yoz Davar”da anlattı. İçtiğimiz cigaranın efkârlı dumanını bize taşıyanları “Tütün Yorgunu”nda gösterdi. Tuzu kuru yazıcıların birtakım çeviri kitaplardan alıntılarla “yoksulluk edebiyatı” diye karalamaya çalıştıkları o kitaplarda ezilen insanın trajedisi vardı. Kurtuluş Savaşı’nı ilk kez bu savaşın askeri köylüler açısından ele alan üç kitaplık bir nehir roman yazdı: “Vatan Dediler”, “Toz Duman İçinde”, “Köylüler”.
Talip Apaydın, bir ay önce gökdelen inşaatında topluca ölüme gönderilen işçilerin yazarıydı. Onurunu ve özgürlüğünü korumak için ayaklanan ve herkesin gözü önünde polis kurşunuyla katledilen Ethem Sarısülük’ün ve bütün Haziran kahramanlarının da yazarıydı. Oğlunun hesabını sormak için mahkeme kapılarında itilip kakılan, haksızlığa kalbi dayanamayan Mehmet Ayvalıtaş’ın annesi Fadime’nin yazarıydı. Onların kitaplarının yazılmadığı, basılmadığı ve okunmadığı bir Türkiye, giderek daha çok karanlığa gömülen bir Türkiye’dir.
Cumhuriyetin köylülere verdiği tek şey
Talip Apaydın, buluşmamızda şöyle demişti; “Cumhuriyet köylülere hiçbir şey vermedi, bir tek şey verdi, Köy Enstitüleri.” Onu ise nasıl, korku ve telaşla ortadan kaldırdıklarını biliyoruz. Sermaye sınıfının en çok korktukları Enstitülerde eğitim görmüş aydınlardı. Askerde yedek subay olmaları gerekirken, onları “çavuş çıkardı”lar. Talip Apaydın’a öğretmenlik görevini vermemek için ne zorluklar yaşattılar. Öğretmen oldu, çalıştığı şehirdeki kuran kursunu engellemek istediği için vali sorguya çekmeye kalktı. “Sen öğretmen misin, yazar mısın!” dedi vali, “öğretmensen yazmayacaksın!”
Köy Enstitüsünde, okudukları binaları kendileri yaptılar. İşleri yetiştirmek için bayram, tatil dinlemedi çalıştılar. Bunu bir de parola yapmışlardı: “Bayramlarda çalışırız, bayramlar için”. Talip Apaydın, bilimin ışığıyla donatmak istediği öğrencilerini elinden alıp kuran kurslarında boyun eğdirecek valiye, kaymakama pabuç bırakır mı? Yazdı. Geleceğe güveni ve bütün iyimserliğiyle mücadelesini sürdürdü. Kitapları binlerce insanın yaşamına girdi, ufkunu genişletti, umuduna ve sevincine katkıda bulundu. Adı ansiklopedilere geçti.
Derste öğrencilerinden biri bir gün sordu. “Hocam dedi, siz yazar Talip Apaydın’mışsınız.” Şaşırdı, öğrencilerine yazar yönünü söylemiyordu. Yaşadığı baskılara karşı bir önlemdi. Belki de öğrencilerinin ünlü bir yazarın tedirginliğini duymalarını istemediği için bu yola başvurmuştu. Ama hangi yazar eserlerinin bilinip okunmasını istemez. “Hayır, oğlum dedi, ben yazar değilim.” Ama öğrenci ısrarlıydı. “Ansiklopedide gördüm öğretmenim”, dedi. “Fotoğrafınız bile var.”
Egemen sınıfın zulüm ve baskıları, Talip Apaydın öğretmenimize yazarlık sevincini duyumsamayı bile yasaklamıştı.
Talip Apaydın’ı, o güzel insanı, bir eylül günü toprağa verdik. Bir an önce “Yolun Kıyısındaki Adam”ı bulup tekrar okumalıyım.
Şimdi yolun kıyısındaki adamların yolun ortasına geçmelerinin zamanıdır.