İlkçağ Atina’sından günümüze gelebilen az sayıda tragedyanın en müthişi, Kral Oidepus’un sonunda koro son sözü söyler: “Son gününü görmeden hiç kimseye mutluluğa ermiş demeyin!” (Sophokles, Kral Oidipus, çev. Bedrettin Tuncel, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2011, s.56) Gerçeği ortaya çıkarmak için sonuna kadar çaba gösteren Kral Oidepus, iktidarın, refahın ve mutluluğun doruklarından, kendi trajik gerçeğinin uçurumuna yuvarlanır. Bu gerçeğe katlanabilmek için gözlerini kör edecektir. Acaba Oidipus’un korosunun bu sözünü biraz değiştirerek son günlerin aydın sorunsalına uyarlayabilir miyiz? “Son gününü görmeden hiç kimseye aydın demeyin!” Hele 20. Yüzyılın ikinci yarısının tarihini, çektiği fotoğraflarla kayda geçiren “foto muhabirlerine” son gününü görmeden asla aydın demeyin. Çünkü aydın, aklıyla mücadele eden, toplumsal ve tarihsel açıdan emekçilerden ve ezilenlerden yana tavır alan, onları ezenlere karşı direnen insandır. Tarihimizde, her türlü baskı ve zulmü göze alarak ölünceye kadar bu mücadeleyi sürdüren çok sayıda aydınımız vardır.
Emekçileri ezen, toplumu baskılamak için hapishaneleri dolduran, şehirleri polis namlularıyla kuşatıp yaşayanları günlerce evlerine kapatan, çocukları katleden, basın yayın araçlarını yirmi dört saat beyin yıkayan megafonlara çeviren bir iktidarın kişileşmiş haline sevimlilik ve meşruiyet kazandırmaya çalışana elbette aydın diyemeyiz. Ara Güler, bize bunu bir kere daha hatırlatmış oldu; işini iyi yapmayı, insanları fotoğrafın çerçevesine ustalıkla yerleştirmeyi bilmek ve gerçeği etkileyici imgelere dönüştürüp belgelemekle, o gerçeği anlayarak, anlatıp değiştirmek için mücadele etmek birbirine karıştırılmamalıdır. Fotoğrafçı, yoksulluğa ışık ve gölgenin dengesi açısından bakar, aydın fotoğrafçı sınıfsal çelişkilerin, eşitsizliklerin isyan duygusuyla.
Oligarkların teknokratları
İşini iyi yaptığını, yazdığı makalelere uluslararası “atıf endekslerinden” kanıt gösteren bir Prof. Dr., 12 Eylül’ün en insanlıkdışı işkencelerini bala çevirecek, devrimcilere hakaret edecek ve bir başka Prof. Dr., bu kişinin üye olduğu bilim akademileri ile aldığı ödüllerin listesini çıkararak, eleştirenlere, “haddinizi bilin!” diyecek. Kısa sayılacak bir zaman aralığında mesleğinin doruğunda üç kişinin söyledikleri ve yaptıkları, sanatçı ve bilimcilik ile aydın’lık arasında kapanmaz uçurumların açıldığını gösteriyor. Ara Güler, Prof. Dr. Celal Şengör ve onu eleştirenlere “haddinizi bilin!” diyen Prof. Dr. Ali Nesin, bu uçurumun somut birer örneği oldular.
Bunlara düzenin teknokratları diyebiliriz. Teknokrat tam karşılamıyor, çünkü bunlar, yalnızca alanlarında iş yapmakla yetinmiyorlar, yerin yapısını incelemek ya da matematik teoremleri geliştirmekten daha ateşli biçimde, toplumsal konulara eğiliyorlar, iktidarın ideolojisini üretiyorlar. Ali Nesin, Celal Şengör’ü savunurken Fazıl Say ile Orhan Pamuk ve Murat Belge’nin de adını anıyor. Bunlara laf söylemek “haddiniz değil” diyor. Çok şaşırtıcıdır. Ali Nesin, Jeoloji profesörünün, işkenceyi meşrulaştırma uğruna, bok yemeyi bal yemekle özdeşleştirdiği bir dejenerasyonu savunmak için, Orhan Pamuk’u, Fazıl Say’ı, Murat Belge’yi de sahneye çıkarıyor. AKP’ye karşı baştan beri aydınca tavır alan Fazıl Say’ı ayırırsak, oligarkların teknokratlarının birbirlerine sarıldığını söylemek mümkün.
Ali Nesin, üzerinde ayrıca durmak gerekiyor; çünkü babası Aziz Nesin, yirminci yüzyılın en büyük aydınlarından biridir. Son nefesini verinceye kadar, kalemiyle mücadele etmiş bir aydın yazarımızdır. Aziz Nesin, oğlunun savunmak için eleştirenlere “haddini bildirdiği”, Prof. Dr.’nin faşist generaline karşı Türk aydınının en onurlu eylemini örgütlemiştir; Aydınlar Bildirgesi’ni hazırlayan, imzaları toplayan ve General Kenan Evren’e götüren ekibin öncüsü olmuştur. Savunduğu düşünceler ve mücadelesi yüzünden 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta yakılmak istenmiştir. Otuz üç arkadaşı gibi yanmaktan son anda kurtulmuştur. Yazdığı bütün kitaplarda, Türkiye’yi bir sömürü cehennemine çeviren oligarkları hicvetmiş, yalancılıklarını, doymazlıklıklarını, zübüklüklerini ortaya koymuştur. Oğlu Ali Nesin ise, oligarklardan ödül almıştır. Çekini alırken yaptığı konuşmada, büyük aydınımız Aziz Nesin ile ödül veren patronu benzeştirecek kadar toplumsal denklemlerden bihaber olduğunu göstermiştir.
Devrim çağının çocuğu olarak Aziz Nesin
Her insan büyük ölçüde içinde doğup büyüdüğü tarihin çocuğudur. Tarihi toplumdan ayrı düşünemeyeceğimize göre, daha doğru bir deyişle, her insan belki de ana babasından önce toplumunun ve tarihinin çocuğudur. Eğer bu insan bir yazarsa, bir ressamsa, düşünürse, eserlerinde bu tarihin ve toplumun silinmez izlerini buluruz. Tarihin ve toplumun gitgide bizden uzaklaşan, geçmişe gömülen gerçeğine ulaşmak için ilk başvurduğumuz kaynaklar bu nedenle insanın sanatsal ve kültürel yaratımlarıdır.
Aziz Nesin, tamamlamaya ömrünün yetmediği özyaşamöyküsünde, sık sık kendisi kadar, bir çağın tarihini ve yaşam biçimini yazmaya çalıştığını belirtir. Zaten yaşamöyküsüne verdiği ad da, “Böyle Gelmiş Böyle Gitmez”, topluma tarih bilinciyle bakışın bir dışavurumudur. Özyaşamöyküsüne Böyle Gelmiş Böyle Gitmez, adını veren Aziz Nesin, Turgenyev’in ünlü romanının adıyla söylersek, “babalar ve oğullar”ın yollarının ayrıldığı bir dönemin çocuğudur. 1915 yılının son günlerinden birinde doğan Aziz Nesin, Türkiye’nin “devrim çağının” bir çocuğudur. Harb-i Umumi’nin, Çanakkale Savaşı’nın kanlı ve acılı günlerinde yoksul bir ana babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş Mehmet Nusret, beş yaşındayken Kurtuluş Savaşı’nı yöneten Millet Meclisi açılmış, sekiz yaşındayken Cumhuriyet ilan edilmiştir. Dokuz yaşındayken, bir yazar olmasında yazgısını belirleyecek, eğitim düzeninde Tehvid-i Tedrisat Kanunu çıkarılmıştır. On üç yaşında yeni alfabeye geçilmiş ve bir yazar için en önemli varlık koşullarından birinin, okur yazar bir toplumun kurulmasında çok önemli bir adım atılmıştır. Aziz Nesin genç bir teğmenken, 1940 yılında, okuryazarlığın altyapısını kuracak, köy öğretmeni yetiştirecek Köy Enstitüleri kurulmuştur.
Tarihinin çocuğu Aziz Nesin, demek oluyor ki, bir Cumhuriyet çocuğudur. Babası Abdülaziz Efendi ile dünyaya bakışını ve yollarını ayıran bir Cumhuriyetin kuruluşunun devrimci, ilk, en temiz ve köklü rüzgârlarını almıştır. Yetişmesinde ve dünyaya bakışında belirleyici olan bu etkileri bütün yazdıklarında görebiliriz. Devrim çağının çocuğu, insanları ve toplumu akılcı ve inatçı bir mücadeleyle değiştirmek ve geliştirmenin mümkün olduğunu görmüş, yaşamış ve kendisi de, yazdıkları ve yaptıklarıyla hep bu mücadelenin içinde olmuştur. Bu mücadelenin bir aydını olarak, yazdığı her sözcükte, toplumsal açıdan ezilen, haksızlığa uğrayan, alınteri sömürülen emekçi halkın tarafındadır.
Mizahında hep görünüşlerin örttüğü özü açığa çıkartmaya çalışmıştır. Yazdıklarında, Cumhuriyet düzeninin, emekçi bir cumhuriyet olmadığı için, haksızlığa ve sömürüye dayalı bir düzen olmaktan kurtulamadığını okuruz. Kendi yaşamı da bu gerçeğin acı yansımalarıyla doludur. Haksızlığa karşı sesini yükseltmek, Markopaşa’nın yayıncısı ve yazarı olmak, hapishane ve sürgünlerin mahkûmu olmak demektir.
Aziz Nesin, “Böyle Gelmiş Böyle Gitmez!”, diyenler için kuru ekmeği bile çok gören bir toplum düzeninde yaşamış ve mücadele etmiştir. Bu mücadeleden, yenilmeden, milyonlarca basılan ve okunan kitapların yazarı olarak çıkmışsa, bunu büyük ölçüde dur durak demeden çalışmasına borçludur. 1950’lerde gece gündüz demeden yazarak, üç kuruş ödenen telif ücretleriyle ailesini geçindirmeye uğraşmaktadır. Ondan hem çok, hem de güzel yazmasını isteyen, Akbaba’nın sahibi Yusuf Ziya Ortaç, Aziz Nesin’i bir insan değil, bir rotatife benzetir. Ondan hem çok hem de güzel yazmasını isteyen Ortaç, iş bunların karşılığını ödemeye gelince dünyanın en cimri patronudur. Aziz Nesin bu yıllarda, mizah dergilerine gülmece öyküleri yazarak geçimini sağlamaya çalışırken, en çok, daha önemli gördüğü büyük tasarılarına, yazmayı düşündüğü tiyatro oyunlarına zaman bulamamaktan yakınır. Büyük yazarların kapitalist bir toplumda değişmeyen yazgısıdır; yazdıklarıyla yaşamını sürdürmek zorunda kalmak ve daha yoğun çalışma ve zaman gerektiren eserlere olanak bulmamak. Borçlulardan kaçmak için birkaç evde birden yaşayan koca Balzac bile, ömrü boyunca, para kazanma kaygısı taşımadan, rahatça eserlerine yoğunlaşabilmesini sağlayacak zengin bir dulla evlenme düşleri kurmuştur.
Yirminci yüzyılın ilk öğretmeni
Aziz Nesin, kendisine Hace-i Evvel, ilk öğretmen, denilen, 19. Yüzyılın yazarı Ahmet Mithat Efendi’den sonra ikinci ilk öğretmenimizdir. 20 yüzyılın Hace-i Evveli’dir. Yediden yetmişe herkese, insanların insanca yaşayabilmesinin koşullarını öğretmeye çalışmıştır.
Ben doğu Anadolu’nun ücra bir köyünde, ilkokula giden on yaşında bir çocukken, “sosyalizm” kavramını ilk kez onun bir kitabından, Sosyalizm Geliyor Savulun’dan duydum. Bunu, Okuma Yazmanın Izdırapları kitabımda da anlattım. 1970’lerin ortasında, Battal Gazi, Ebu Müslim, Kerem ile Aslı, Hayber Kalesi Cengi kitaplarından başka kitapların bulunmadığı uzak bir Anadolu köyüne, İstanbul’dan işçilikten dönen gençlerin bavullarında Aziz Nesin kitapları geliyordu ve bunlardan birkaçı da okumaya çok düşkün benim payıma düşmüştü. O güne kadar öğrendiklerimden kendimi sol’da görüyordum ama “sosyalizm” kavramını hiç duymamıştım. Herhalde, faşizm’i, sağda ve kötü bir şey olarak biliyordum. Sosyalizm’in de buna benzer sağcı bir görüş olmasından şüphelenmiştim. Hikâyeden de bunu tam anlayamamıştım. Sosyalizmin kendisi değil, 1960’larda yarattığı etki işleniyordu. Bir bölük patron yardakçısı yazar çizer, patronlarının giderek yüzde 50, yüzde 65 sosyalist olmaya başladıklarını, daha önce çıkardıkları milliyetçi, şövenist dergilere artık eskisi gibi el altından para vermediklerini söylüyorlardı. Bugünün, kapitalizme karşı nutuk atan torun Koç’unu göz önüne getirebilirsiniz. 60’larda da Türkiye’de esen sol rüzgârın korkusuyla patronlar, gerekirse en birinci sosyalist de biz oluruz demeye başlamışlardı. Hikâyede, patronların yardakçısı yazar çizer takımı, onlardan para sızdırmak için bu kez sosyalist bir dergi tasarısıyla işe girişiyorlardı.
Çocuk aklımla bir türlü çözemiyordum. Sömürücülerin para vererek dergisini çıkarttıkları sosyalizm, bizim gibi yoksul ve emekçiler için iyi bir şey mi, yoksa kötü bir şey miydi? Ağabeylerime kitabı gösterip soruyordum, “Bu iyi bir kitap mı?” “Oo, Aziz Nesin, çok iyi kitaptır” diyorlardı. “Peki, ya sosyalizm, iyi bir şey mi?” “İyidir, iyidir, iyi olmaz mı” diye geçiştiriyorlardı. Herhalde, sorduklarım da, sosyalizmin nasıl bir şey olduğunu pek bilmiyorlardı.
Yirminci yüzyılın “ilk öğretmeni” Aziz Nesin, öyküleriyle sosyalizm kavramını ücra köylere kadar sokmuştu. Bu kitapta beni en çok etkileyen öykü ise, bir başkasıydı; Beni Anlayan İlk Kadın. Zengin tanıdığının verdiği şölene katılan bir yazarın öyküsüydü. Yazarı sarhoş edip gülünç düşürmek isteyen bir kadın, onu, “Siz Shakespeare’den de büyük bir yazarsınız, Balzac’tan da büyük bir yazarsınız” diyerek pohpohluyordu. Bense, adını ilk kez Aziz Nesin’in öyküsünde duyduğum bu yazarların adını merakla belleğime kazımıştım. İlk öğretmen Aziz Nesin’in “Yedek Parça”, “İt Kuyruğu”, “Gıdı Gıdı” kitapları o ilkokul günlerimde, İstanbul’dan gelenlerin tahta bavullarıyla küçük köyümde gelip beni bulmuştu. 1950’lerin, 1960’ların toplumsal Türkiye tarihini Aziz Nesin’in öykülerinden sezmiştim.
Aziz Nesin, özyaşamöyküsünde dönemin bütün yazarlarını, Yakup Kadri, Halide Edip, Reşat Nuri’yi okuduğunu, en çok Falih Rıfkı’nın Zeytindağı’ndan etkilendiğini söyler. Kitabın bir yerine, “Bu kitabı bütün Türklere okutmalı” notunu düşmüştür. Böyle olağanüstü, yurtsever ve eleştirel bir kitap yazabilmiş Falih Rıfkı’nın, 1950’lerde, Menderes’le gazetesi için nasıl gizli kâğıt pazarlıkları yapabildiğine şaşmıştır. Kuleli Askeri Lisesinde öğrenciyken Darülbedayi’de sahnelenen Shakespeare oyunlarını ve operetleri kaçırmadan izlemiştir. 1932-1934 yılında Yakup Kadri, Şevket Süreyya, Vedat Nedim ve arkadaşlarının yayınladığı Kadro dergisinin okuru olmuştur. Otuzlarda, cumhuriyet devrimini, kapitalizmden ve sosyalizmden ayrı üçüncü bir yolla geliştirmek isteyenlerin Kadro dergisinde, ömrü boyunca sorumluluğunu duyacağı bir ülkenin temel sorunlarını ve çözüm arayışlarını okumuştur. 40’larda kalemiyle sol mücadelenin bir militanı olmuştur. Türk aydın tarihinin mucizelerinden Markopaşa’yı Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz ve Mim Uykusuz’la çıkaran odur.
Politzer’in Fransızca bilmeyen çevirmeni
Beni sosyalizm kavramıyla ilk kez karşılaştıran Aziz Nesin’in, Felsefenin Başlangıç İlkeleri kitabıyla yaşama bakışımda devrim yapan Georges Politzer’in ilk yayıncısı olduğunu geçenlerde öğrendiğimde hem şaşırdım hem sevindim. “Ömrüne Sığmayan Adam Aziz Nesin Sergisinde”, 1950’li yıllar “Yeni Baştan” dergisiyle açılıyordu ve Aziz Nesin bu dergisinde, Fransa Nazi işgali altındayken Paris’te işçilere geceleri felsefe kursu veren George Politzer’i Fransızcadan çevirterek “Felsefe Dersleri” adıyla yayımlamıştı. Üç ya da dört bölüm sonra bu dersler yüzünden tutuklanmıştı. Üstelik, bilmediği bir dilden kitap çevirmekle suçlanmıştı. “’Bu eseri sen çevirdin diye’ komünistlikten mahkûm ettiler. Bar bar bağırdım ‘Ben Fransızca bilmiyorum’ diye. Çevirmediğim bir yazıdan mahkûm oldum. Ve tabii mahkûm olunca da ister istemez komünist olmuş oldum.” (Ömrüne Sığmayan Adam Aziz Nesin 1915-2015, Yazılmamış Özyaşamöyküsü, Nesin Yayınevi, 2015, İstanbul, s. 28) George Politzer’in çevirmenliğinden mahkûm olan Aziz Nesin’in, ortaokulda okuduğum ve dünyamı altüst eden diyalektik materyalist felsefe kitabının bana gelmesinde emeği ve ezası olduğunu öğrenmek beni çok sevindirdi. Aziz Nesine sevgimi ve borcumu bir kat daha artırdı.
Aziz Nesin’in, Ahmet Mithat’la “Hace-i Evvel”lik dışında bir ortak özelliği daha var. Ahmet Mithat’a da çok yazmasından dolayı “kırk beygir gücünde yazı makinesi” derlerdi. Yukarda belirttim, Yusuf Ziya Ortaç, Aziz Nesin’i yirminci yüzyılın yazı makinesi ilan etmiştir. Başka yazarlara göre ilk kitabını geç, 31 yaşında çıkaran Aziz Nesin, 53 yaşına geldiğinde 53 kitap yayınlamıştı. Seksen yaşında öldüğünde, kitaplarının sayısı yüzü aşkındı, tamamlanmayı ve yayınlanmayı bekleyen onlarca dosyası vardı. Bunlardan yirmiye yakını Aziz Nesin’in ölümünden sonra yayınlandı. Nesin’in çalışkanlığı yazarlığının ürünlerini ölümünden sonraya da taşımıştı.
Elbette bu ilk öğretmen, sosyalizm kavramını ve materyalist felsefeyi içermesinden de anlaşılacağı gibi, daha ileri bir ilk öğretmendi.
Aziz Nesin yüzdesi
Aziz Nesin’i anlatırken, onun kitaplarıyla ilk karşılaşmamdan söz ettim. Ama biliyorum ki, herkesin Aziz Nesin’le okurluk deneyiminin çarpıcı yönleri olmuştur. Yirminci Yüzyılın bu sosyalist ilk öğretmeninin eğitiminden sizler de payınıza düşeni almışsınızdır.
Aziz Nesin, çalışkanlığını, mücadeleci aydın kişiliğini, edebi üretimini hep kendisini yetiştiren halkına duyduğu bitmez borcunu ödeme zorunluluğuna bağlar. Aziz Nesin ve onun soyundan toplumcu yazarlar, emekçi halka büyük bir borçluluk duygusuyla yaklaşmışlar ve yazdıklarını onun kurtuluşu yolunda aydınlanma süreciyle bağlantılı kılmışlardır. Aziz Nesin, bu toprakların gördüğü en büyük aydınlanmacılardan biridir. İnsanlar Uyanıyor öyküsü, bu topraklardaki aydınlanmanın traji-komik güçlüklerini anlatır.
Bir de, ölümünden sonra açıklayıcılığını yediden yetmişe hepimizin daha iyi anladığı “Aziz Nesin Yüzdesi” var. Toplumsal aklımızın Aziz Nesin’ce yüzde oranını gösteriyor. Aziz Nesin bunu ilk ilan ettiğinde, halkımızın yüzde 60’ının aptal olduğunu söylemişti. Bu anın tanıklığını yapan Müjdat Gezen, bu oranın aslında toleranslı olduğunu, 12 Eylül Anayasasına “evet” diyen yüzde 90’lardan indirildiğini açıklamıştı. Artık her seçim, dönüp baktığımız bir Aziz Nesin Yüzdesi’ni ortaya çıkarıyor. Bütün umudumuz bu yüzdenin azalmasında. Aziz Nesin’in doğduğu ve yetiştiği yılların devrim çağında olduğu gibi, bilimle, edebiyatla, felsefeyle, politikayla aklımızın büyümesi ve toplumsal yaşama nüfuz edebilmesinde.
Aziz Nesin Yüzdesi’nin aleyhimize yükselmesinde, yazının başında adlarını andığım türden düzenin teknokratlarının çok büyük sorumluluğu var. Bunların arasında, 12 Faşizmini aklayan bir Prof. Dr.’yi savunan, Suriye devlet başkanı Beşar Esad’a bir mektup yazarak, “başkanlığı bırakmazsan sonun Kaddafi gibi olacak” diyen Orhan Pamuk’un eleştirilmesini, “haddinizi bilin” diye yasaklamaya çalışan Ali Nesin’in de olması ne kadar acı. Oysa Aziz Nesin, başyapıtlarından birini yalnızca Ali Nesin’e, onu örnek bir insan olarak yetiştirmek için yazmıştır: Aziz Nesin-Ali Nesin Mektuplaşmaları.
İnsanlar, ana babalarından çok yaşadıkları toplumun ve tarihin çocuklarıdır, demiştik. Bir devrim çağının çocuğu olan Aziz Nesin’in Cumhuriyet düşmanı babasıyla yolları ayrıldı ve bir devrimci aydın oldu. Bir karşıdevrim çağının çocuğu, matematik profesörü Ali Nesin’in de babasıyla yollarının ayrıldığı anlaşılıyor. Türkiye’nin tescilli gericilerini savunmak için, akademi ve ödül listeleriyle bize “haddimizi bildiriyor!”
Aziz Nesin üzerine ne kadar düşünsek ve konuşsak azdır. En iyisi onu kendi yapıtlarıyla tanımaktır. Türkiye’nin “Zübük”ler elinde bugünlere getirilişini, işçi sınıfının “Büyük Grev”lerde yenilgiye uğratılışını, halkımızın “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” yoksulluğuna düşürülüşünü daha iyi anlamak ve değiştirmek, bu yolda umut ve öfkeyle donanmak için…
Bir yıl önce yitirdiğim mizah yazarı, sevgili dostum Murtaza’nın duasıyla yazıyı tamamlıyorum: Aziz Nesin yardımcımız olsun!